Köşe Yazıları

SOYKIRIM MASKARALIĞINI ‘OYKIRIM’ İÇİN KULLANAN SİYASETÇİLER..POPÜLİZM İLE ZENGİN VE ÜNLÜ OLAN LALE GÜL, ŞİMDİ DE EZAN SESİNE TAKTI…

SOYKIRIM MASKARALIĞINI ‘OYKIRIM’ İÇİN KULLANAN SİYASETÇİLER
Hollanda Parlamentosu’nda oylanan soykırım ermeni iddiası, 3 DENK partili dışında tüm üyelerce onaylandı.
Bu bir tarih muhasebesi değil, siyasi bir dayatmadır. Bu dayatmanın ne gerçeği, ne vicdanı, ne de tarihî sorumluluğu vardır.

İlhan KARAÇAY
Geçtiğimiz hafta, aralarında Müslüman olmayan İsa Kahraman’ın da bulunduğu bir grup parlamenterin verdiği sözümona ‘soykırım önergesi’ kabul edilmişti.
Hollanda Parlamentosu’nun, 1915 olaylarını yeniden “soykırım” olarak tanıması ve bu karara yalnızca DENK Partisi’nin 3 üyesinin karşı çıkması, bir kez daha Batı siyasetinin çifte standardını ve tarihî gerçekleri ideolojik süzgeçten geçirerek yeniden yazma eğilimini gözler önüne serdi.
Yıllardır bu konuda araştırma yapan, yazılar yazan biri olarak artık çok net ifade ediyorum: Bu bir tarih muhasebesi değil, siyasi bir dayatmadır. Ve bu dayatmanın ne gerçeği, ne vicdanı, ne de tarihî sorumluluğu vardır.
BİR BATILININ KALEMİNDEN GERÇEĞİN İTİRAFI
Yıllar önce, 1920’de Hollanda’nın Algemeen Handelsblad gazetesinde çıkan bir yazıyı gün yüzüne çıkardım. O yazının yazarı, Hollandalı gazeteci George Nypels’ti. Nypels, 1918 yılında Ermeni-Rus sınırında bulunmuş, olayları yerinde görmüş ve birebir tanıklık etmiş bir isimdi. Nijpels, 1915 olaylarının bir “soykırım” değil, karşılıklı bir etnik çatışmanın ve savaşın dehşetini yansıtan trajik bir sonuç olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Nypels’in yazdıkları yalnızca bir savaş muhabirinin izlenimlerinden ibaret değildir. Onunki, olayları kendi gözleriyle görmüş, her iki tarafın da yaşadığı dramları içtenlikle aktaran, dönemin sosyal psikolojisine, siyasal denklemine ve kültürel kodlarına hâkim bir Batılının samimi itirafıdır. Onun sözleri aslında bugün dahi geçerliliğini koruyan bir gerçeği haykırmaktadır.
GERÇEKLERLE ÇATIŞAN BATI ALGISI
Batı’da, özellikle 1980’lerden itibaren yükselen sözde “Ermeni Soykırımı” söylemi, tarihsel bir hakikat arayışından ziyade, siyasi ve ideolojik motivasyonlarla desteklenen bir hafıza inşasıdır. Bu inşa sürecinde, Osmanlı arşivleri, dönemin tanıkları ve karşılıklı acıları anlamaya yönelik çabalar görmezden gelinmiş, hatta sistematik olarak bastırılmıştır.
Hollanda’da son dönemde bu meselede alınan kararlar da, işte bu çarpık tarih okumasının tezahürüdür. George Nypels gibi gerçek gazetecilerin yazıları, bugün sistematik biçimde yok sayılmakta; yerine, tarihsel belgelere dayanmayan, çoğunlukla lobilerin etkisiyle şekillenmiş anlatılar yerleştirilmektedir.
PEKİ, NEDEN?
Çünkü bu tür “tanımalar”, Batı’nın hem kendi vicdanını rahatlatma çabasıdır, hem de uluslararası arenada Türkiye gibi, yükselen bölgesel güçlere karşı birer baskı kartı işlevi görmektedir. 1915 olayları gibi son derece karmaşık ve çok boyutlu bir tarihsel mesele, günümüzün siyasi araçlarına dönüşmekte, “soykırım” kavramı ise içi boşaltılarak bir propaganda silahı haline getirilmektedir.
GEORGE NYPELS’İN TANIKLIĞI NEDEN ÖNEMLİDİR?
Nypels’in yazısı sadece tarihsel bir belge değil, aynı zamanda bir zihniyet eleştirisidir. O, Avrupalı bakış açısının Doğu halklarını tek boyutlu, genellikle barbar ve ilkel gören oryantalist yaklaşımına karşı durarak, olayların her iki tarafındaki insani dramı anlamaya çalışmıştır.
Savaşın ve kaosun hâkim olduğu bir coğrafyada, hiçbir tarafın masum olmadığını, olayların tek yönlü anlatılamayacağını ısrarla vurgulamıştır. Özellikle Fransisken rahibin sözleri bu bağlamda çarpıcıdır: “Bu savaşta ne Türk ne de Ermeni tamamen suçsuzdur. Bu topraklarda çatışma, bir yaşam biçimi, bir kader halini almıştır.”
Bugün hâlâ bu uyarılara kulak verilmemesi, Ermeni iddialarının yalnızca politik zeminde değerlendirilip, tarihsel bir perspektiften yoksun olarak kabul edilmesi, gelecekte daha büyük sorunlara da zemin hazırlamaktadır.
ÇİFTE STANDARTLAR VE BATI’NIN SEÇİCİ HAFIZASI
Batı’nın tarih konusunda ne kadar seçici davrandığı ortadadır. Cezayir’de yüz binleri katleden Fransızlar, Belçika Kongo’sunda milyonlarca insanı köleleştiren sömürgeciler, Ruanda’daki katliamları görmezden gelenler; bugün kalkıp Türkiye’yi “soykırımcı” ilan edebiliyorlar.
Oysa kendi tarihleriyle yüzleşmemiş, sömürge geçmişlerini aklamamış devletlerin başka milletlerin tarihini mahkûm etmeleri, hem etik dışıdır hem de tarih ilmine ihanettir.
Hollanda Parlamentosu’nun aldığı bu karar, sadece Türk milletine değil, aynı zamanda tarihe ve akademik dürüstlüğe de bir saldırıdır.
“SOYKIRIM” SÖYLEMİ TARİHTEN DEĞİL, SİYASETTEN BESLENİYOR
Bugün “soykırım” söylemini en çok savunanların bir kısmı, bu olaylara dair Osmanlı arşivlerini bile incelememiştir. 1915 yılında Osmanlı’nın aldığı tehcir kararının ne amaçla yapıldığını, bölgedeki Ermeni çetelerinin ne gibi katliamlar yaptığını bilmeden ya da bilmezden gelerek bu söylemi sürdürüyorlar.
Bu iddiaların, tarihçiler yerine siyasetçiler tarafından dillendirilmesi bile başlı başına bir sorundur. Tarih, parlamento oylamalarıyla değil, belgelerle ve vicdanla yazılır. Ne yazık ki, Ermeni lobilerinin baskısı, Avrupa’daki bazı parlamentoları tarihi istismar etmeye sevk ediyor.
Bir milletin tarihi, siyasi pazarlıklara kurban edilmemelidir.
ARŞİVLER AÇIK, BUYURUN TARTIŞALIM
Türkiye yıllardır çağrı yapıyor: “Tarihi tarihçilere bırakalım. Arşivler açık. Herkes gelip inceleyebilir.” Ancak bu çağrılar karşılık bulmuyor. Çünkü mesele hakikati bulmak değil, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak.
Oysa bugün Doğu Anadolu’nun pek çok yerinde toplu mezarlar hâlâ sessizce haykırıyor: Van’da, Erzincan’da, Bayburt’ta, Kars’ta ve Erzurum’da Ermeni çeteleri tarafından katledilen binlerce Türk’ün kemikleri, bu tarihsel manipülasyonlara en güçlü cevaptır.
PEKİ, NEDEN ŞİMDİ VE NEDEN YİNE HOLLANDA?
Bu sorunun yanıtı hem basit hem karmaşıktır. Basit, çünkü Avrupa’daki bazı siyasi çevreler, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için tarihî meseleleri araçsallaştırmayı kolay bir taktik olarak görmektedir. Karmaşık çünkü bu kararlar yalnızca Ermeni lobisinin baskısıyla alınmamaktadır. Aynı zamanda Türkiye’nin bölgede izlediği bağımsız dış politika, yükselen ekonomik gücü ve Avrupa’nın ikiyüzlü değer sistemine meydan okuması da bu kararlarda etkili olmaktadır.
Hollanda Parlamentosu’nun bu yıl aldığı kararda dikkate değer olan bir başka husus, her yıl 24 Nisan öncesi bu tartışmaların alevlendirilmesi ve neredeyse bir “tören” havasında yeniden gündeme taşınmasıdır. Aynı klişeler, aynı çarpık kaynaklar ve aynı siyasi şablonlar üzerinden sürdürülen bu kararlar, aslında bir vicdan muhasebesinden çok, diplomatik koz arayışının sonucudur.
Bu tür parlamenter oylamalarla Türkiye’ye mesaj verildiği sanılmakta ama gerçekte olan şey şudur: Bu kararlarla yalnızca Türk milletinin tarihi değil, Avrupa’nın kendi değerleri de zedelenmektedir. Zira adalet, ancak hakikatin peşinde koşarak sağlanır; yargısız infazlarla değil.
Bu tür siyasi manevralar, Türkiye’yi bastırmak için kullanılan yıpranmış yöntemlerdir. Ancak artık dünya değişiyor. Gerçekleri dile getirenler susturulamıyor. George Nypels’in 100 yıl önce yazdıkları, bugün yeniden arşivlerden çıkarılıyor ve genç kuşaklara anlatılıyor.
Biz gerçeklerin ne olduğunu biliyoruz. Belgeler elimizde. Vicdanlarımız temiz. Ve en önemlisi, bu ülkenin çocuklarına doğruları anlatmaya devam edeceğiz.
YILLARDIR BU GERÇEĞİ YAZIYORUM: SUSMADIM, SUSMAYACAĞIM
Bu konuda yıllardır yazıyor, araştırıyor ve kamuoyunu bilgilendiriyorum. Birçoğu tarafından bilinmeyen belgeleri ortaya çıkardım. George Nypels’in 1920’deki yazısını bulup Türkçeye kazandırdığımda, bu belgelerle yüzleşmek istemeyenlerin nasıl sessiz kaldıklarını bir kez daha gördüm.
Bugüne kadar bu konuda onlarca yazı, belge, röportaj ve makale yayımladım. Hollanda basınına gönderdim, parlamenterlere ilettim, gazetelere gönderdim, basın bildirileri hazırladım. Ancak karşımızda ne yazık ki tarih değil, siyasetle çalışan bir mekanizma var.
Hollanda’da yayınlanan ve 24 Nisan’a denk getirilerek piyasaya sürülen “De Armeense Gruwelen Ermeni Vahşeti” isimli kitapta bile bu gerçeklere yer verilmedi. Nypels’in tanıklığı, bilerek göz ardı edildi. İşte bu yüzden, bizim görevimiz bir kat daha ağır. Bu gerçekleri anlatmaya devam etmeliyiz, çünkü biz sustukça tarihi başkaları yazar.
Ben susmadım. Bugüne kadar ne yazdıysam arkasındayım. Her yeni belgeyle, her yeni yalanla savaşmaya da devam edeceğim.
BU BİR TARİH MUHASEBESİ, DEĞİL, SİYASİ DAYATMADIR
Bu noktada net bir ayrım yapmak gerekir: 1915 olaylarının “soykırım” olup olmadığını tarihçiler tartışmalıdır; siyasetçiler değil. Ancak ne yazık ki, bu mesele, özellikle Batı’da akademik dürüstlükten uzak, tamamen lobilerin yönlendirdiği, duygulara hitap eden ve tek taraflı bir anlatıya indirgenmiş durumdadır. Oysa soykırım gibi ağır bir suçlama, yalnızca belgeler, tanıklar ve bilimsel analizler çerçevesinde ele alınabilecek kadar ciddi bir konudur.
GERÇEK GECİKİR AMA GELİR
Nypels’in tanıklığı gibi belgeler, Ermeni iddialarının yalnızca “Türkler masum Ermenileri kesti” anlatısından ibaret olmadığını gösteriyor.
Bugün, George Nypels’in 105 yıl önce yazdığı yazılar bile sansürleniyor, yok sayılıyor, görmezden geliniyorsa; bu, gerçeğin değil propagandanın peşinde koşan bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Ancak yine de, gerçeğin bir huyu vardır: Gecikir ama mutlaka ortaya çıkar.
Ve bu gerçeği dillendiren sesler susmadıkça, tarih çarpıtılamayacak kadar güçlü kalacaktır.
Ermeni iddiaları meselesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve siyasi çıkarların ön planda tutulmasıyla şekillenen, uzun süredir devam eden bir tartışmadır. 1915 olayları, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş koşullarında aldığı sevk ve iskân kararları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu kararlar, güvenlik gerekçeleriyle alınmış olup, belirli bölgelerdeki Ermeni nüfusunun başka bölgelere taşınmasını öngörmüştür.​
Ancak, bu tarihi olaylar, zamanla bazı çevreler tarafından “soykırım” olarak nitelendirilmiş ve bu iddialar uluslararası platformlarda siyasi baskı aracı haline getirilmiştir. Oysa ki, dönemin belgeleri ve tarafsız raporlar, bu iddiaların gerçeklerle örtüşmediğini göstermektedir. Örneğin, ABD’li General Harbord’un başkanlık ettiği heyetin raporu, Ermenilerin Osmanlı topraklarında gerçekleştirdiği isyan ve katliamları belgelemekte, ancak Osmanlı yönetiminin sistematik bir soykırım politikası izlediğine dair herhangi bir kanıt sunmamaktadır .​
ERMENİSTAN BAŞBAKANI BİLE GERÇEĞİ GÖRDÜ
Günümüzde, Ermenistan’da bile bu iddialara yönelik sorgulamalar başlamıştır. Başbakan Nikol Paşinyan’ın açıklamaları, “soykırım” iddialarının, artık Ermenistan’ın dış politika öncelikleri arasında yer almadığını ve bu konunun daha çok tarihsel bir mesele olarak ele alınması gerektiğini göstermektedir .​
Bu bağlamda, tarihi olayları objektif bir şekilde değerlendirmek ve siyasi çıkarlar uğruna çarpıtmamak önemlidir. Tarih, duygusal tepkilerle değil, belgeler ve objektif analizlerle anlaşılmalıdır. Bu yaklaşım, hem geçmişin doğru anlaşılmasını sağlar hem de gelecekte benzer hataların tekrarlanmasının önüne geçer.​
Biliyorum, bu yazdıklarım birilerini rahatsız edecek. Ama olsun. Çünkü tarih, bir gün mutlaka gerçeği ortaya çıkarır. Bugün George Nypels’in 1920’de yazdıklarını yeniden ortaya koyabiliyorsak, bu bile bir şeydir.
Ben gazeteciyim. Ve gazeteci olarak görevim, neyin “olduğunu” değil, neyin “gerçek” olduğunu anlatmaktır. Gerçek ise nettir: 1915’te bir soykırım değil, iki halk arasında korkunç bir trajedi yaşanmıştır. Ve bu trajedi, sadece Ermenilerin değil, Türklerin de dramıdır.
Bir tarafın acısını kutsayıp, diğerini yok sayarsanız, adaletin değil, propagandanın parçası olursunuz.
Ben tarihçi değilim ama tanıklıkları okuyabilen bir hafızam, arşivleri inceleyebilen gözüm, belgeleri araştırabilen kalemim var.
Ve ben bu kalemi kırmayacağım.
GEÇMİŞTE YAZILANLAR VE ÇİZİLENLER
Ermeni tarihçi Dabağyan:
“Soykırım yok”
Ermeni tarihçi Levon Panos Dabağyan artık tamamen bıkmış durumda. Dabağyan’a göre, 1915’teki sözde Ermeni ‘soykırımı’ konusundaki tartışmalar çok uzun zamandır Daşnaksutyun (kısaca Taşnak; Ermeni Devrimci Federasyonu) tarafından domine ediliyor.
Dabağyan, ‘The Armenian Relocation’ (Ermenilerin Göç Ettirilmesi) adlı kitabında, 1915’ten bu yana hâlâ doğrudan bir kanıt bulunamadığını, Osmanlı hükümetinin bu olaylara doğrudan dahil olduğuna dair bir bulgu olmadığını özellikle vurguluyor. Dabağyan buna dayanarak “o zaman bu bir soykırım olarak adlandırılamaz” sonucuna varıyor. Sonuçta doğrudan bir delil yoktur ve Malta yargılamaları sırasında sunulan dolaylı kanıtlar da yeterince güçlü bulunmadığı için tüm Osmanlı Türkleri serbest bırakılmıştır.
******************
DEN BOSCH’TAKİ KATEDRALİN İŞGALİ NEDENİYLE DÖRT TÜRK GAZETESİ GÜNAYDIN, HÜRRİYET, MİLLİYET VE TERCÜMAN BİR BASIN TOPLANTISI DÜZENLEDİ. BU TOPLANTIYA HOLLANDALI MESLEKTAŞLAR DAVET EDİLDİ. BU TOPLANTI SIRASINDA TÜRK GAZETECİLER, KATEDRALDEKİ İNSANLARIN GERÇEĞİ TAM OLARAK YANSITMADIKLARINI BELİRTTİLER.
Hollanda’ya kaçak olarak gelen Ermenilerin, Almelo şehrindeki uyanık bir avukatın, şeytani bir planına göre hareket ederek, kiliselere sığınmaya başlamışlardı. Medya her gün bu konuyu duygusal fotoğraflarla yayınlıyordu. Hollanda’da yaşan Türkler, komşularının bakışlarından bile sıkıntılı günler yaşıyorlardı. İşte o sırada birşeyler yapmamız gerektiğini belirterek, diğer medya mensubu arkadaşlar ile bir karar aldık ve bu durumu Hollanda medyasına anlatmaya karar verdik. Lahey’de organize ettiğimiz bir basın toplantısında gerçekleri ortaya serdik. Türk medyasının, Hollanda medyasına verdiği bilgiler, Hollanda medyasında geniş yer almıştı.
******************
Eildert Mulder, şahsımın Wouter Bos ile yaptığım görüşmeden sonra, yapılan olumlu açıklamaya kızarak, “Türk gazeteci İlhan Karaçay bu açıklamadan hoşlanmıştır” diye yazdı.
Ermeni Soykırımı / Gerçekle Vahşi Bir Tango
Yazan: Eildert Mulder
İnkâr etmek, kabul etmek, yoksa hiç bahsetmemek mi? PvdA (Hollanda İşçi Partisi) hâlâ Ermeni soykırımı konusundaki tutumuyla ilgili ciddi şekilde zorlanıyor. Sonuçta ortada 130.000 Türk kökenli seçmenin oyu söz konusu.
Bu, Hollanda-Türk gazetesi DÜNYA’nın genel yayın yönetmeni Ilhan Karacay için hoş bir an olmalı. PvdA lideri Wouter Bos, kısa bir süre önce, Hollanda’da görev yapan bir grup Türk gazeteciden özür dilemişti. Bu gazeteciler, köşe yazılarında Ermeni soykırımı ifadesini genellikle tırnak içine alarak ya da “sözde”, “yalanlar” ya da “iddialar” gibi eklerle kullanıyorlar.
*****************
Beş yıl önce yazdığım haber HOLLANDA PARLAMENTOSUNDAKİ REZALET…
Ülkeler arası sorunların yargılandığı Yüksek Adalet Divanı ile tüm dünyada ün yapan LAHEY, son yıllarda kurulan Savaş Suçluları Mahkemesi ile ününe ün katıp, insan hakları konusunda hayranlık kazanırken, Lahey Parlamentosu’nda alınan iğrenç bir karar, hem şaşırttı ve hem de nefret uyandırdı.
Türkiye’yi, ‘Ermenilere soykırım yaptı’ suçlaması ile oylayan Hollanda parlamentosundaki oturuma katılan 145 üyeden 142’sinin tamamı ‘kabul’ oyu verirken, Türkler’in kurduğu DENK partili 3 milletvekili ‘ret’ oyu verdi.
İşte, kendi geçmişlerini görmezden gelen Hollandalılar, sözde Ermeni Soykırımı’nı ikinci ve hatta üçüncü kez mecliste tartıştılar ve kabul ettiler.
Hollandalılar daha önce, siyasi partilerin seçim aday listelerinde yer alan 3 Türk’ü, sözde soykırımı tanımadıkları için listelerden çıkarmışlardı.
Şimdi de Hollanda parlamentosunda yeni bir komedi sergilendi.
Hollanda’da koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) milletvekili Joel Voordewind tarafından hazırlanan ‘Ermeni Soykırımı’nın tanınması’ önerisine
Türkiye kökenli milletvekilleri tarafından kurulan DENK partisi dışındaki tüm partiler destek verdi. Öneri, 3’e karşı 142 oyla kabul edildi.
Meclis, hükümetten ‘Nitelikli soykırımı kabul etmesi’ talebinde bulunmadı. Hollanda hükümeti, soykırım yerine, ‘Soykırım Meselesi’ demeye devam edecek.
Hollanda geçici Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, alınan bu kararın hükümetin tanıması anlamına gelmediğini, ama 24 Nisan’da Ermenistan’daki ‘soykırımı anma törenine’ hükümeti temsilen bir heyet göndereceklerini söyledi.
Sigrid Kaag, hükümetin, 1915 olaylarıyla ilgili ‘Ermeni Soykırımı’ iddiası konusunda itidalli davranılması gerektiği düşüncesinde olduğunu belirtip “Hollanda hükümeti, BM tarafından bağlayıcı bir karar ya da Srebrenitsa olayında olduğu gibi uluslararası mahkeme tarafından verilen bir hüküm olduğu zaman soykırımdan bahsedebilir” dedi.
Kaag, bunun Ermenistan ile Türkiye arasında bir sorun olduğunu dile getirerek “İki ülke birlikte çalışarak uzlaşmak için beraber adım atmalı ve yaşananları ortaya koymalı” çağrısı yaptı.
Hükümet protokolüne işaret eden Kaag, “Soykırımların tanınmasında, uluslararası mahkemelerin hükümleri, BM’nin bilimsel araştırma ve bulgularındaki açık ve net olan sonuçları Hollanda hükümeti için yönlendiricidir. Hükümet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunun, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre hareket ediyor” diye konuştu.
Meclis oturumu sırasında söz alan hükümet ortağı Demokratlar 66 (D66) Partisi Milletvekili Sjoerd Sjordsma, “soykırımı” tanımanın Türkiye ve Ermenistan’ı uzlaştırmaya yönelik ilk adım olduğunu savundu.
ROUVOET’A MEKTUP
Araştırmacı yazar Gerard Scargo, Hollanda Hıristiyan Birliği Partisi Başkanı Rouvoet’a gönderdiği mektubunda özetle şunları yazmıştı: “Siz, Ermeniler’in soykırım iddialarını doğruluyor ve meclisten geçirmek istiyorsunuz ama, Ermeni iddialarının gerçek olup olmadığını da bilmiyorsunuz.
Size 1920’de Haldels Blad’da yayınlanan bir haber-yorumu gönderiyorum. Okuduğunuz zaman, iki tarafın da birbirlerine karşı acımasızca saldırdıkları ortadayken, neye dayanarak Ermeni iddialarını destekliyorsunuz?
İstanbul’da konuştuğum yazarlar ve Azerbaycan’da gözlerimle şahit olduğum ortama göre, Ermeniler geçmişin bedelini ne olursa olsun almak istiyorlar.
İnsanlık acısı tarif edilemez. O zaman da böyleydi, şimdi de…
Siz bir Hıristiyan olarak hangi tarafı seçiyorsunuz?”
*****************
HOLLANDALI GAZETECİNİN 1920’DE YAZDIKLARI
“Ermeni Soykırımı Yoktur” demeyi suça dönüştürecek kadar içlerine sızmış lobilerin esiri haline gelenlere ve kendi tarihlerinden kesit sunmak isteyenlere; 1920 yılında Hollanda gazetesinde çıkan haberin küpürünü (üstte) ve bu küpürün Hollandaca ve Türkçe metnini (aşağıda) sunuyorum.
Rus-Ermeni sınırında görev yapan George Nijpels’in, 1920 yılında Hollanda’nın Algeemen Handelsblad gazetesinde yayınlanan haberi; sözde Ermeni soykırımı iddialarının, zamanın savaş şartları içinde Türkleri nasıl tek taraflı resmetmeye çalışanların eseri olduğunu bir “Batılının” dilinden ortaya koyuyor.
Önce ismi açıklanmayan Hollandalı gazetecinin kim olduğunu da yıllar sonra buldum. Bu gazeteci 1885-1977 yılları arasında yaşamış olan George Nypels idi.
Nypels’in, sözde Ermeni soykırımı hakkındaki yazısını Türkçe ve Hollandaca olarak aşağıda bulacaksınız.
********************
Algemeen Handelsblad
Amsterdam
25.05.1920-Salı
TÜRK-ERMENİ SORUNU
Balkanlarda görev yapan bir gazeteci arkadaşımızdan aşağıdaki ilginç mektubu aldık. Bu mektubun içeriği, Ermeni sorununa Batı Avrupa’daki alışılageldik görüşten farklı bir bakış getiriyor. Bu gazeteci arkadaşımızın tarafsızlığına büyük güvenimiz var. Onun olayları değerlendirmesi daima kanıtlara dayandığı için, yazılarını yorumsuz olarak ve hiç bir değişiklik yapmadan olduğu gibi yayınlıyoruz.
Aynen Sultan Abdülhamit devrinde olduğu gibi, bugünlerde Kilikya’dan yeniden çok sayıda Ermeninin katledildiğine dair çirkin haberler geliyor. (Fransız işgali altındaki Adana, Gaziantep, Maraş ve Urfa’daki Ermeni zulmune ve katliamlarına karşı Kuvvayı Milliye Hareketleri) Konuyu çoktan unutmuş olan dünya kamuoyu, bu haberlerle yeniden şok oldu. Aslında din uğruna yapılan bu iğrenç katliamları savunmaya ve koruma altına almaya hiç niyetim yok. Fakat her gerçeğin iki yönü vardır. Olaylar sırasında Türkiye’yi parçalayıp yıkmak isteyen itilaf devletleri ve basını, propaganda yaparak Kilikya’daki Ermeni kıyımını Türklere karşı bilinçli olarak kullandılar ve bütün yıkımın Türkiye tarafından yapıldığını iddia ettiler. Önemli olan gerçeğin ne olduğunu bulmaktır. Bu bilinçle, sözü edilen bu kitlesel katliamdan gerçekte yalnızca Türklerin sorumlu olamayacağını gözler önüne sermek istiyorum.
Bu konuda fikrimi söyleme hakkını kendimde buluyorum. Çünkü Birinci dünya savaşı süresince Türkler ve Ermenilerin birbirleriyle nasıl bir nefret ile boğuştuklarını çok açık bir şekilde gözlerimle gördüm.
Afbeelding met kleding, buitenshuis, persoon, begrafenis Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
İşte, giysilerinden Türk oldukları anlaşılan bir grup insan, Ermeniler tarafından katledilen yakınlarının iskeletleri ile görülüyor.
1918 baharında Rusların yenilgisinin sonucunda Türkiye yeniden saldırıya geçtiginde ve peygamberin mukaddes bayrağı Osmanlı ülkesinin dışında da dalgalandığında, ki Küçük Kaynarca anlaşmasından beri hiç böyle olmamıştı; ben kendimi Ermeni-Rus sınır bölgesinde buldum ve Türklerin Kafkasya’da ki ilerlemelerine şahit oldum.
Savaşı yaşayan bir kişi, bir ülke ve ulusunu tanımak için savaş halinden daha iyi başka bir fırsat olmadığını kabul edecektir. Bu durumda bütün insani canavarlıklar büyük bir şiddetiyle ortaya çıkar. Savaşımın gerektirdiği kaba güç kullanma ile, kültür ve uygar davranışlar kaybolur. O sıralar Avrupalı olarak bir tek ben, bu kritik ortamda bulunuyordum. Bu durumda söylenebir ki Türklerin Rus- Ermenistan’ına ilerleyişi sırasındaki olayların tek Avrupalı şahiti bendim.
Seyahatime başlamadan önce Ermeni yanlısıydım. 1916-1917’de İstanbul’daki kalışım sırasında, Ermenilere yapılan toplu katliam hakkında, az çok bilgisi olan Avrupalılardan ve Türkiye Ermenilerinden yeteri kadar tiksindirici, çirkin ayrıntılar duymuştum. Bu kişiler Türkleri suçlu ve Ermenileri de, barbar Türklerin masum kurbanları olarak görüyorlardı.
Türklerle aram yeterince iyi olduğu için, bu hassas konuda, hiç bir Avrupalının konuşmaya cesaret edemeyecegi şeyleri sorabiliyordum. Türklerin bana karşı olan davranışları, benim Ermenilerin suçsuz, Türklerin de suçlu olduğuna dair inancımı kuvvetlendiriyordu. Çünkü ben Ermeni olayları ile ilgili bilgi almak için, soru sorduğumda Tüklerden şöyle yanıt alıyordum: “Bizim hakkımızda anlatılanların hepsi doğru. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik. Bu korkunç bir katliamdı. Fakat biz bu konuda haklıydık ve bu suçtan ötürü ancak kendimize karşı sorumluyuz.” Bütün çabalarıma rağmen bu konuda ayrıntılı ve olayların gerçek nedenleri hakkında bilgi elde edemiyordum. Ben de bu durumda şöyle bir yargıya varabiliyordum: Orada Hristiyanlara karşı fanatik bir din savaşı güdülüyordu. Bu olaylar Ermenistan’ın dünyayla tüm ilişkisinin kesildiği Yukarı Ermenistan’da meydana geliyordu. Orada Ermeniler Türklerin insafına terk edilmişti.
1918 ilkbaharında Trabzon’a geldim. Bilindiği gibi kıyıdan Ermenistan’in dağlık bölgelerine giden tek yol buradandır. Trabzon 1915’de Ermeni katliamını yaşamıştı. 3 yıl sonra bu kentte yaşayan Rumlar ve Avrupalı Levantenler bana Trabzon surları içinde olan inanılmaz vahşeti; Trabzon sokaklarında nasıl Ermeni kanı aktığını, Ermeni mahallelerinin nasıl alev alev yandığını, bu olaylardan günler haftalar sonra bile çocuk cesetlerinin Platana limanındaki Bizans duvarına vurduğunu anlatıyorlardı. Ben yanmış yıkılmış mahalleleri gördüm. Bana bunların bir zamanlar Ermeni mahalleleri olduklarını anlattılar. Bana Hristiyan kiliselerini gösterdiler. Bunlar Ermeni kiliseleriymiş. İnsanlar gübre yığınlarını eşelerken hala kemikler ve ceset artıkları buluyorlarmış. Bana bunların Ermenilere ait olduklarını anlattılar.
Bütün bunlar, insanın hiç unutamayacağı korkunç izlenimlerdi ve herkes bir tek şey diliyordu: “Tanrı bizi ve herkesi bu barbarlıktan ve Müslümanların düşmanlığından korusun.”
Bütün bu olanlardan dolayı ben lanetlerimi yağdırırken şüphesiz ki Hristiyanların tarafını tutması lazım gelen sıradan yaşlı bir Fransiskaner papazı başını salladı ve “Yanılıyorsunuz”, dedi. “Sadece Türkler suçlu değildir. Avrupa’dan gelen ve Avrupa kültür anlayışıyla Asyayı değerlendiren biri olarak, doğal olarak bu halkın yok edilmesi suçuna karşı lanetlerini yağdıracaksın. Fakat senin gördüklerin ve sana anlatılanlar, gerçeğin tamamı değildir. Bütün bunları anlayabilmen için olayları bir Asyalı gibi görmen ve yorumlaman gerek. Şunu unutma ki burada yüzyıllardır birbirlerinden nefret eden ve birbirine kin güden iki halk var. Burada iki farklı zihniyet var: Ermeni ve Türk zihniyeti. Bu iki düşman görüşteki insanlar birbirlerinin yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Evet 1915’de Ermeniler yok edilmişlerdi, her şey onlara karşydı ve yenilgiyi kabullenmek zorundaydılar. Fakat insan şuna inanıyor ki, eğer aynı konuma Ermeniler sahip olsalardı onlar da Türklere aynısını yapacaklardı. Benim raporlarımdan ve benim Beyazıt, Van, Erzurum ve Erzincan’daki görevlilerden aldığım raporlardan biliyorum ki 1915’de Ruslarla savaş başladığında Ermeniler, Türk ordusunun arkasından isyana kışkırtıldılar ve Türk köy ve kasabalarını yıkıp, yerle bir ettiler. Daha sonra Türkiye’de olan olaylar işte Ermenilerin bu ilk düşmanca tutumu nedeniyle başlamıştır. Kabul ederim ki çok korkunç şeyler oldu; Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok kan aktı. Fakat Ermeniler bu kan gölünün oluşmasında suçsuz değillerdi. Türkler gereğinden fazla ileri gittiler, fakat suç yine sadece Türklerde değildi. Suç Avrupalılarda görülmeyen çok derin nefretlerin oluştuğu, Asyalı düşünce tarzındaydı ve bu düşünceyle yapılan savaşta vahşice davranışlar ortaya çıkıyordu. ”
” Örneğin Trabzon’a bak. Yanmış, yıkılmış Ermeni semtlerini gördün, fakat yerle bir edilmiş Türk mahallelerini de gördün mü? Henüz daha taze Türk mezarlarına da dikkat ettin mi? Hayır mı! Haydi git ve gör. Ermeniler de aynı pozisyonda oldukları zaman Rus ordusunun korumasında zafer kazandıklarında, 1915′ de yaşananlar tekrarlandı. Fakat bu sefer Türkler, Ermenilerce katledildi. Ermeniler, nerede bir Türk bulsalar onu acımasızca kesip doğradılar, nerede bir cami görseler onu yağmalayıp yaktılar. Türk mahalleleri yakıldı, duman ve alev içinde kaldı. Tıpkı bir zamanlar Ermeni semtlerinde olduğu gibi. Şimdi Anadolunun içlerine gidip savaşın bütün bu izlerini takip edebilirsin: Bayburt’da, Erzincan’da,, Erzurum ve Kars’da. Oralarda daha dumanı tüten yığınlar göreceksin; daha çok kan ve ceset koklayacaksın. Ancak bunlar Türklerin ölüleri olacaktır.”
Fransiskaner rahip bana gerçekleri söylemişti. Aylarca Ermenistan ve Kürdistan(Doğu Anadolu ve Kafkasya) içlerinde yolculuk yaptım ve gerçekten de rahibin bana anlattıklarının doğru oldugunu gördüm. Rus ordusunun geri çekilmesinden ve bunu takip eden barış anlaşmasından sonra, sözün ona Ermeni ordusu( Ermeni çeteleri) çeşitli operasyonlar yaptı. Bu çeteler Rusların çekildikleri bu Türk bölgelerini işgal ettiler. Ruslar işgal sırasında Türklerin canlarını ve mallarını koruyorlardı. Rusların geri çekilmesinden hemen sonra olanlar ise, yürek parçalayıcıdır. Küçük Türk yerleşim birimlerindeki insanlar, General Antranik ve Murat’ın çeteleri tarafından tek bir canlı kalmayıncaya kadar katledildi. Camiler son taşına kadar tahrip edildi.
Bu bulunmaz fırsatı yakalayan Ermeniler, beklentilerini, hayallerini bayağı genişlettiler ve neredeyse bütün Anadolu sanki onların olacakmış gibi davranmaya başladılar. Anadolu’da yaşayan Türklerle, yaşayan son erkeğe, son kadına ve son çocuğa varıncaya kadar hesaplaşabileceklerini ve onları yok edeceklerini umuyorlardı. Ben Erzincan’da yıkıntılar arasında yatan yüzlerce boğazlanmış Türkün cesedini gördüm. Kuyuların içine ışık tuttuğumda cesetlerle dolu olduğunu gördüm. Açılan toplu mezarlarda yüzlerce kadın ve erkek cesetlerinin üstüste yığılmış olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bunları kim yapmıştı? Zafer kazanan Ermeniler tabiki. Böyle manzaralar sürekli olarak Yukarı Ermenistan yollarında, Kürdistan ve Rusya-Ermenistan’nda bana eşlik etti. Türkler’inde şimdi tekrar bir zafer kazandıklarında öç almaları ve öfkeyle misilleme yapmaları şaşırtıcı mıydı dersiniz? Şunu da itiraf etmeliyim ki, Rusya Ermenistan’ına yürüyüşleri sırasında Türkler tarafından yapılan öldürmeler de sürdü. Sarıkamış sınırının karşı tarafında birbirine yakın Ermeni yerleşim yerleri ateş ve demirle yerle bir edildi. Asya’nın bu vahşi ülkesinde şimdi zafer kazananlar, önceki zafer kazananlara karşı korkunç vahşi bir öfke duyuyorlardı. Halkların halklara karşı bu acımasız davranışlara nasıl kışkırtıldıklarını, bu acımasız nefreti, bizim Avrupalı beyinlerimiz anlamaz. Fakat biz Yukarı Ermenistan denilen bu bölgenin uygarlığı ile, Avrupa halklarının eski kültürünün karşılaştırılabileceğini düşünmemeliyiz. Çünkü buralarda yaşayan halkların milliyetleri yoktur, fakat çeteleri vardır. Bunu şöyle açıklamak mümkün. Buralarda iki çete karşılaştığında, bu taraflardan birinin imha edilmesi demek oluyordu. Bu nedenle bugüne kadar Büyük Ağrı Dağları’nda birlikte yaşamak için uzlaşmak, ortayolu bulmak diye birşey düşünülemez. Bunun yerine yanlızca imha etmek geçerlidir. Yukarı Ermenistan’ın çıplak dağlarında bir anlaşma yoktur, sadace ölüm kalım mücadelesi vardır. Kazanan yaşar, kaybeden ölür….
Benim Aleksandropol’de(Gümrü) kalışım sırasında orada yaşayan insanların düşünce yapısına ışık tutan şöyle bir olay oldu. Bir gün Alagöz dağları yönünden bir top atışı duyuldu. Türk sınırı arkasında korku içinde yaşayan Ermeni halkı bunu şöyle açıklamışlar; İngilizler Türklere karşı ilerliyorlar ve Türkler birkaç saat içinde yenilmiş olacaklar. Birden Türk sınırının gerisinde bir ayaklanma oluştu ve Ermeni köylerindeki zayıf Türk nöbetçileri şeytanca işkencelerle öldürüldü. Fakat ortada Ermenilerin geldiklerini sandıkları İngilizler yoktu. Olayın aslı şu idi: Kafkas Ermenilerinden bir birlik önce Türk cephesini yarmayı denemişler. Top atışı sesleri bu yüzdendi. Bu çatışma birkaç saat sonra bitti. Fakat sıra intikam almaya gelmişti. Türk askerlerinin sinsice katledildiği Ermeni köyleri yakılmaya başlandı. Bu durumda Ermenilerin hiç suçu olmadığı söylenebilir mi?
Tamamen Türklerin eline geçen Aleksandropol (Gümrü) kenti bir Ermeni kentiydi ve ben burada Türk işgaline rağmen günlük işlerini güçlerini yapan, şehrin ileri gelen Ermenileri ile tanıştım. Bu kişiler Ermeni çetelerinin düşüncesiz davranışları nedeniyle Türklerin bir gün öç alacakları düşüncesiyle sürekli korku içinde yaşıyorlar ve bir gün sırf bu yüzden yok olacaklarına inanıyorlardı. Ermeni halkının bir kısmı, ki buna ileri gelenleri diyebilirim, Türklerle barışcı bir anlaşma yapılmasının taraftarıydılar. Çünkü şimdi beraber yaşamak zorundaydılar ve karşılıklı bir antlaşma, bu cinayetlere bir son verebilirdi. Fakat halkın büyük bölümü ve çeteler yani sözde Ermeni askerleri, barışın adını bile etmiyorlardı. Onların sloganı: ” Ya biz, ya da onlar; birimizden biri yok olmalı” idi.
Düşününüz, Antlaşma ve barış isteyenler, Ermeni halkının büyük çoğunluğu tarafından lanetleniyordu. İçinde bulunduğum Ermeni çevrelerinden bazı insanlar bana açıkça şöyle diyorlardı: ”Şimdi Türkler başa geçti, ancak biz pek yakında tekrar başa geçtiğimizde elimize geçirdiğimiz hiç bir Türk’ü sağ bırakmayacağız. Onlarla bizim aramızda bir anlaşma olması mümkün değil. Asırlardır görülecek bir hesabımız var onlarla. Sürtüşmemiz, halkımızın tarihi kadar eskidir. Bu savaşım, Türklerin ülkemize gelmesiyle başladı. Bu savaş ya biz, ya da onlar yok olana kadar sürecektir. Biz barış istemiyoruz. Lanet olsun Türklerle dostluk kuranlara!”
İste o zamanlar Ermenilerin düşünceleri böyleydi. Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanma ümitleri pek yoktu. Zaferi kazanan Ay-Yıldız’ın(Türklerin) ise bütün Rus- Ermenistan’ını ele geçirecegi görülüyordu.
İşte bunları duyduktan sonra, şimdi Türklerin geri çekilip de, Türk yerleşim yerleri tekrar Ermenilerin eline geçtikten sonra olanları tahmin etmek, herhalde zor olmasa gerektir.
Uzlaşmalar ancak uygar halklar arasında olabilir. Vahşi Asya’nın halkları arasında sadece nefret ve yok etme duyguları vardır. Evet, Türkler suçludur, katlettiler, ancak ellerine fırsat geçince aynı katliamları yapan Ermeniler acaba daha az mı suçlular? İnsan Asya’yı sadece Asyalı bakış açısıyla değerlendirebilir.

***

POPÜLİZM İLE ZENGİN VE ÜNLÜ OLAN LALE GÜL, ŞİMDİ DE EZAN SESİNE TAKTI…

23 Nisan mesajları, sözleri 2024! Resimli, anlamlı ve kısa 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlama mesajları! – Güncel Haberler Son Dakika
Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”
Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.
Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.
İlhan KARAÇAY yorumladı:
Lale Gül yine sahnede. Bu kez de sokakta duyulan ezan sesini tartışmaya açıyor; ama öyle yapıcı bir tartışma değil bu. Yine bildiğimiz, provokatif, “Ben söyleyince gerçek oluyor” havasında bir yazı kaleme almış. Eline geçen her sosyal gerilimi kişisel şöhretine yatırım fırsatına çevirme konusunda istikrarlı.
Şimdiki konu, Ezan Yasağı.
Hollanda’da çeşitli İslam gruplarına ait, 250 kadarı Türkler’e ait, toplamda 500 kadar cami var. Bu camilerin bir kısmı, bağlı oldukları belediyelerden, sadece Cuma günleri, yani haftada bir kez, mikrofonla ezan okunmasına ve hoparlör ile duyurulmasına izni almış. Bazı ırkçı politikacılar bu
uygulamanın yasaklanmasını istiyorlar.
Ezan sesi, çocukluğumun sabahlarına, öğlelerine, akşamlarına eşlik eden, zamanın akışını anlamlandıran bir çağrıydı benim için. Mikrofon yoktu o zamanlar; sesi taşıyan, sadece müezzinin nefesiydi. O yüzden ezanla kurduğum bağ, bir teknolojik yükseltmenin değil, bir insanın kalbinden süzülüp gelen sesin saflığına dayanıyor. Ezanı ilk okuyan Bilâl-i Habeşî’nin sesi gibi: derin, davetkâr ve içli… Bu yüzden ezanın her daim kalbe hitap etmesi gerektiğine inanıyorum; duvara değil, cama değil, kulağa değil sadece kalbe.
Bugün, ezanın hoparlörle duyurulmasına dair çekincelerimi dile getirmek, inancıma ya da geleneğe bir mesafe koyduğum anlamına gelmiyor. Aksine, bu sesi gürleştirmenin, bazen onu ruhundan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Ezan bir çağrıysa, çağrının etkisi, ne kadar uzaktan değil, ne kadar içten geldiğiyle ölçülmeli. Ama Hollanda’daki mesele başka bir yerde duruyor.
Burada mesele, sesin yüksekliği değil, varlığının kabul edilip edilmemesi. Ve bu bağlamda, sadece haftada bir gün duyulan ezanın bile bir tahammül sınavına dönüştürülmesi, birlikte yaşamanın asıl zorluğunu gösteriyor bize.
Ezan sesinden rahatsızlık duyanların, bu rahatsızlıklarını ifade etme hakkını savunmak başka bir şey; demokratik ve hoşgörülü bir yorum yapan birini, “İslamofobi kartı oynuyor” diyerek küçümsemek bambaşka bir şey. Mesela televizyon yapımcısı Paul Römer’in gayet dengeli ve anlayışlı bir şekilde, “Bu bir gelenek, bu toplumda birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” şeklindeki sözlerine karşılık Lale Gül’ün tepkisi şöyle: “Şahsen ben böyle ‘argümanlardan’ nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor.”
Peki bu agresif yaklaşım, gerçekten “yapıcı bir tartışma”yı mı besliyor, yoksa zaten gergin olan sosyal iklimi daha da mı kutuplaştırıyor?
Paul Römer op De Perstribune – Spreekbuis.nl Paul Römer

Lale Gül hanımın bir başka cümlesiyle devam edelim: “Römer’in argümanı dakika başı daha da can sıkıcı hale geldi.” sözlerine katılmak zorunda değilsin elbette. Ama yıllardır medya dünyasında yer alan bir ismin fikirlerini, bu kadar küçümseyici, bu kadar alaycı bir üslupla sunmak, ne gazetecilik etiğine ne de sağduyuya sığar. Römer’in yaklaşımında asıl mesele, birlikte yaşamanın yollarını aramak. Lale Gül’ün yazısında ise tartışma değil, bastırma var.
Lale Gül hanım, kaçınılmaz şekilde Wilders’i anıyor, “Bu yüzden insanlar konuşamaz hale geliyor, oylar da Wilders’a gidiyor,” diyor. Bu da artık klasikleşmiş popülist bir hamle: “Benim gibi düşünmezseniz, ülke aşırı sağa kayar.” diyor.
Lale Gül’ün geçmişte kaleme aldığı ve onu kamuoyunda tanınır hale getiren kitabı ‘Yaşayacağım’, kuşkusuz kişisel deneyimlerine dayanıyor. Ancak bu kişisel anlatımın içinde geçen bazı ifadeler, sadece kendi ailesine değil, çok daha geniş bir kesime yönelik ağır genellemeler içeriyor.
Annesi için “irinli hamam böceği” ifadesini kullanması ya da babasını sadece “döllendiren” bir figür olarak tanımlaması, edebi bir dilin ötesine geçiyor. Bu tarz betimlemeler, yalnızca ailevi kırgınlıkları aktarmıyor; aynı zamanda muhafazakâr aile yapısını aşağılayan, hatta şeytanlaştıran bir dile dönüşüyor.
Bu noktada sormak gerekiyor:
Kendi geçmişinde ailesine karşı bu denli acımasız bir dil kullanmış bir kişinin, bugün toplumsal bir konuda üstelik inanç, aidiyet ve birlikte yaşama kültürü gibi çok hassas bir konuda, bir hakem gibi konuşması ne kadar meşrudur? Kendi ailesine tahammülü olmayan biri, farklı inanç ve yaşam biçimleri arasında köprü kurma iddiasında bulunabilir mi?
Lale Gül’ün şimdi “ezan sesi rahatsız eder mi, etmez mi” tartışmasında ortaya attığı üslup da bu soruları yeniden akla getiriyor. Evet, birey olarak bu konudaki fikrini ifade etme hakkı vardır. Ama bu fikir, farklı görüşleri küçümseyerek, yapıcı olmayan bir dille sunulursa, ortaya katkı değil, yeni bir kutuplaşma çıkar.
Bir yanda Paul Römer gibi, “Herkese alan açalım, farklılıklara alışalım” diyen bir yaklaşım, öte yanda onu “ezan karşıtı söylemleri susturmak için İslamofobi kartı oynayan biri” olmakla itham eden Lale Gül. Hangi taraf daha çoğulcu, hangi taraf daha hoşgörülü?
Bu yazı sadece bir fikir ayrılığı değil; kimsenin “tek hakikat” temsilcisi olmadığı bir toplumda, kimin gerçekten çoğulculuktan yana olduğunu sorgulama çağrısıdır.
Ve bir daha soralım:
Bu konuyu yorumlamak gerçekten sana mı kaldı, Lale Gül?
Lale Gül, ‘Yaşayacağım’ ile edebiyat dünyasına adım attığında, medyada kendisine hemen bir yer açıldı. “Cesur kız” olarak sunuldu, “baskıcı bir İslamcı ailede büyümüş ama zincirlerini kırmış modern kadın” anlatısının sembolü haline geldi. Röportajlar, televizyon programları, paneller… Her yerde o vardı. Ve neredeyse her platformda aynı tema: Ben susturuldum, bastırıldım, şimdi konuşuyorum.
Fakat dikkatli bakanlar için bu mağduriyet anlatısının ne kadar konforlu bir alana dönüştüğü de ortadaydı. Çünkü bir kez “mağdur” kimliğini benimsediğinizde, söylediğiniz her şey kutsanıyor, eleştiriye kapatılıyor. Hele bir de İslam’ı ya da göçmen kökenli aile yapısını hedef alıyorsanız, bir kesim için alkışlanmanız garanti. Lale Gül de tam olarak bunu yaptı.
Bu pozisyon ona hem görünürlük hem de dokunulmazlık sağladı. Eleştirildiğinde hemen “beni susturmak istiyorlar” refleksiyle cevap verdi. Oysa fikir dünyasında herkesin sorgulanabilir olması gerekir. Ama Lale Gül, hem tartışma başlatıyor hem de tartışılmaz olmak istiyor.
Daha da ilginci: Kendisini yıllarca bastıran bir kültürden geldiğini söyleyen biri olarak, şimdi o bastırılma dilini tersinden yeniden üretiyor. Römer örneğinde olduğu gibi, farklı düşünen birini küçümseyerek, onun sesini değersizleştirerek… Bu kez susturan rolünde kendisi var.
Bu çelişkiyi fark etmek gerek:
Bir zamanlar “konuşmasına izin verilmeyen” Lale Gül, bugün farklı seslere “sus” diyen bir figüre dönüşüyor.
Medyanın da bu noktada sorumluluğu büyük. Çünkü her farklı konuda Lale Gül’ü konuk etmek, ona “yine ne söyleyecek acaba?” diye alan açmak, onu sadece bir yazar değil, bir tür otoriteye dönüştürdü. Ancak bu otoritenin beslendiği şey, çoğu zaman yapıcı bilgi ya da diyalog değil; daha çok kişisel kırgınlıklar, kimlik siyaseti ve ajitasyon.
Lale Gül’ün söylemlerine baktığımızda, kendisini özgürlüklerin ve çoğulculuğun savunucusu olarak konumlandırdığı görülür. Ancak iş pratiğe gelince, bu savununun sınırlarının oldukça dar çizildiğini fark ediyoruz. Kendi yaşam tarzını benimsemeyen, onun seküler doğrularını sorgulayan ya da farklı bir dini hassasiyete sahip olan herkes, ya “gerici”, ya “baskıcı”, ya da “susturulması gereken” olarak kodlanıyor.
Yani Lale Gül’ün savunduğu “çoğulculuk”, aslında yalnızca kendisiyle aynı doğrultuda düşünenler için geçerli. Ötekilere yer yok. Römer örneğinde gördüğümüz gibi, hoşgörülü bir bakış açısı bile, eğer onun çizdiği sınırlar içinde değilse, küçümsemeyle, imayla, hatta alayla karşılanabiliyor.
Bu tavır, çoğulculuk değil; aksine, tek doğruya indirgenmiş bir dünya görüşünün dayatmasıdır. Bir yandan “birey özgürdür” denilirken, diğer yandan toplumsal değerleri savunanlar “arkaik”, “çağ dışı” ya da “tehlikeli” ilan ediliyorsa, orada samimiyetten söz edemeyiz.
Lale Gül’ün bu yaklaşımı, özellikle göçmen kökenli toplulukları ilgilendiren meselelerde daha da sivriliyor. Kendisi o camianın içinden çıkmış biri olarak artık o camiaya dışarıdan bakan, hatta çoğu zaman yukarıdan konuşan bir figüre dönüşmüş durumda. Ama bu dışarıdan bakış, anlayışla değil, hesaplaşma ve küçümseme üzerinden kuruluyor.
Bu durum, onu okuyan ve destekleyen bazı kesimler için belki etkileyici olabilir. Ama farklı kesimlerin bir arada yaşadığı bir toplumda, böylesi dışlayıcı bir dilin, uzlaşmadan çok kırılma getireceği açık. Eleştirdiği muhafazakâr çevrelerin aynasına dönüştüğünün farkında mı, emin değiliz. Ama söylemleri her geçen gün daha fazla “benim gibi değilsen sus” anlayışına kayıyor.
Toplumsal meseleleri konuşmamız gereken her an, neden hep aynı isimler çağrılıyor?
Özellikle Lale Gül gibi, bireysel travmalarını toplumsal genellemelere dönüştürerek dikkat çeken figürler neden bu kadar merkezde? Cevabı zor değil: Medya, çarpıcı olanı sever. Ve Lale Gül, “çarpıcı” olmayı çok iyi biliyor.
Ama bu tercihin uzun vadede toplum için bir bedeli var. Çünkü sürekli aynı sesi duymak, başka seslerin duyulmasını engeller. Aynı yüzler, aynı bakış açıları, aynı türden mağduriyet anlatıları… Bunlar bir yerden sonra gerçek çeşitliliği boğar.
Ezan tartışmasında da gördük ki, mesele artık sadece ses düzeyi değil; kimlerin ne kadar konuşma hakkı olduğuna dair bir savaş veriliyor. Ve bu savaşta, “konuşan” olmak kadar, “susturan” olmak da bir güç göstergesi. Lale Gül bu gücü kendi lehine ustaca kullanıyor; ama bunu yaparken toplumsal dengeyi gözetmiyor. Tersine, zaten kırılgan olan çizgileri daha da keskinleştiriyor.
Eleştiri getirmekten çekinmeyelim. Fakat eleştirinin dili, kimlik değil ilke temelli olmalı. Lale Gül, eleştirel düşünceyi teşvik eden biri olmak yerine, sık sık “ben yaşadım, ben bilirim” diyerek tartışmaları kişiselleştiriyor. Bu yaklaşım, sağlıklı bir kamusal tartışmayı mümkün kılmıyor. Bilakis, sesi çok çıkanın haklı olduğu bir atmosfer yaratıyor.
Bu yüzden Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”
Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.
Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.
Bakınız neler yazmış Lale Gül hanım:
Ezan çağrısına eleştiri seni İslamofobik yapmaz
Afbeelding met krant, tekst, kleding, Krantenpapier Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Hollandaca okumak istiyorsanız fotoğrafı büyütünüz.
Bu hafta sıkça konuşulan konu şuydu: sokakta hoparlörle yapılan İslami ezan çağrılarının sesi. SGP ve JA21 kısa süre önce bunun yasa ile yasaklanmasını önerdiler. Bu noktada sadece sesin yükseltilmesine karşı olduklarını vurguladılar; yükseltilmeden yapılan çağrılarda bir sorun görmediler. İçerikle de ilgili bir itirazları yoktu; sadece ses kirliliği söz konusuydu. 2017 yılında kırk camide hoparlörlü ezan vardı. Şimdi bu sayı elli.
Ezan çağrısının destekçileri, örneğin televizyon yapımcısı Paul Römer, WNL Goedemorgen programında bunun bu kadar büyütülmemesi gerektiğini düşünüyor. “Buna alışmalıyız, birbirimize alan tanımalıyız, bu Müslümanlar için bir gelenek,” dedi. Hatta argümanında İslamofobi kartını bile kullandı: “Siz Hollanda’daki Müslümanlarla ve değişen kültürle sorununuz var,” diyerek SGP milletvekili André Flach’a yüklendi.
Bu sözleriyle, Flach’ın ve onun temsil ettiği insanların kaygılarının samimi olmadığını, sadece kaba bir yabancı düşmanlığı olduğunu ima etti. Sanki Müslümanlarla ilgili her eleştiri, hemen Müslümanlardan ve yabancılardan nefret etmek anlamına geliyormuş gibi. Şahsen ben böyle “argümanlardan” nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor. Sonuç: insanlar artık bir şey söylemeye cesaret edemiyor ve Wilders (aşırı sağcı politikacı) oyları topluyor.
Römer’in argümanı dakikalar geçtikçe daha da can sıkıcı hale geldi. “Bir zamanlar bir kilise çanının yanına taşınma fırsatım olmuştu ama yapmadım, çünkü her pazar sabahı çanla uyanmak istemedim,” dedi. Biraz sonra ise: “Ve eğer bu çağrıları rahatsızlık olarak yaşıyorsan, mahallendeki insanlarla konuşmalısın,” dedi.
Bay Römer’in, çok kültürlü mahallelerdeki insanların çoğunun ev sahibi değil, sosyal konut kiracısı olduğunun ve bu nedenle oradan taşınamayacaklarının farkında olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca camiler yasal haklarına dayandıkları için mahalledeki insanlarla konuşmanın pek bir anlamı olmadığını da anlamıyor gibi. Bu konuyla ilgili yıllardır süren tartışmadan da hiç haberi yok gibi, çünkü şimdiye kadar komşuların şikayetleri üzerine bir caminin hoparlörle ezan okumayı durdurduğu hiç görülmedi.
Johan Derksen’in Utrecht’te bir camiye yakın oturan kızı da bu durumu yaşadı, Derksen pazartesi günü VI programında anlattı: “Ezan sesleri mahallede yankılanıyor, benim için sorun değil ama neden tüm şehir buna tanık olmak zorunda?”
Römer, tam anlamıyla bir “nimby” (not in my backyard – benim arka bahçemde olmasın) kişiliğine sahip. Bu, belli gelişmelere veya projelere karşı çıkan ama bunlar başka yerde gerçekleşirse sorun etmeyen insanlar için kullanılan bir terimdir.
IJburg’da rüzgâr türbinlerinin kurulmasına karşı çıkan protestolar nedeniyle popülerleşen bu terim, orada yaşayan insanların yaşam kalitesinin düşeceği endişesiyle türbinlere karşı çıkmalarını kapsıyordu. “Amsterdam için rüzgâr türbinleri gerekli olabilir ama IJburg bu iş için uygun bir yer değil,” diyorlardı.
Neyse ki tartışmayı dürüstçe yürüten insanlar da var. Belediye Başkanı Halsema onlardan biri. Ona göre, İslami ezan çağrısı “Allahu ekber” sözleriyle başlıyor ve bu söz birçok insan için “şiddet” çağrışımı yapıyor. “Bunu inkâr edemem ve etmek de istemem,” demişti 2019’da belediye meclisinde.
Halsema’ya göre, camiler ezan çağrısını Hollandaca yapmalı. “Eğer amacınız normalleştirmekse, bana bu tamamen mantıklı geliyor,” dedi.
Din bilimci Tamimi Arab ise o zaman şöyle dedi: “Her halükarda Müslümanlar arasında hoparlör kullanılmasının dini olarak zorunlu olmadığı konusunda geniş bir fikir birliği var.”
O zaman seküler bir ülkede ne yapılması gerektiği bence gayet açık.

Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.