“İHTİYAR SAVAŞÇI” VE SÜRGÜN (KÖŞE YAZISI)

Hilmi Özden[1]

ÖZET

Cengiz Dağcı “İhtiyar Savaşçı” isimli eserinde 18 Mayıs 1944 yılında Kırım’dan yüz binlerce insanın Asya Bozkırlarına sürgününü hikâye etmektedir. Kırım halkı Sovyet Devleti tarafından toplu bir şiddete maruz bırakılmıştır. Bu Stalin’inin uyguladığı Kırım Türklerini sindirmek ve soykırım uygulamak için hayata geçirdiği devlet terörü ve şiddetidir. 18 Mayıs 1944 gecesi, top yekûn Kırım’dan sürgün edilen Türklerdeki vatan sevgisini Cengiz Dağcı’nın bu eserinde okuruz. İkinci Dünya savaşını takiben batı’ya iltica etmek zorunda kalan yazar, sürgün yerine gitmedi ama onların acılarını, soluklarını her nefes kendinde duyarak yaşadı. Bu eserinde bunları gelecek kuşaklara aktarmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Cengiz Dağcı, İhtiyar Savaşçı, Sürgün

OLD WARRIOR “İHTİYAR SAVAŞÇI” AND EXILE

SUMMARY

Cengiz Dağcı tells the exile of hundreds of thousands of people from Crimea to the Asian Steppes on May 18, 1944 in his work titled “Old Warrior”. The Crimean people were subjected to mass violence by the Soviet State. This is the state terrorism and violence that Stalin has implemented to digest the Crimean Turks and to apply genocide. On the night of May 18, 1944, we read the love of the homeland among Turks exiled from the Crimea, in this work of Cengiz Dağcı. The writer, who had to take asylum to the west following the Second World War, did not go to exile, but suffered their pain and breath with every breath. In this work, he transfers them to future generations.

Keywords: Cengiz Dağcı, Old Warrior (İhtiyar Savaşçı), exile

Cengiz Dağcı “İhtiyar Savaşçı” isimli eserinde Kırım’dan 18 Mayıs 1944 yılında yüz binlerce insanın Asya Bozkırlarına sürgününü anlatır. Bu romanda  İhtiyar Savaşçı’nın, eşi Melek Hanım’ın  ve Kırım Türklerinin Vatanlarına  dönüşleri ile 20.yy sonu 21.yy başında  yazılan Kırım Türklerinin destanı vardır.[2] Aydın Eşref Şemizade o günü şöyle özetlemektedir. “18 Mayıs günü (1944) Kırım’dan çıkarılgan vakıtta yüzde 95-den fazla Tatar çocukları artık yetim ediler. Babaları 1941 senesini yazından başlap Soviyet Ordusunda ediler ya da sürgünden iki hafta evvel trudarmiya adlı emek ordusuna (toplama çalışma kamplarına) seferber etilgen ediler. Bu vaziyette babasız kalan, anneleri ölgen çocuklar, birden öksüz olup gider ediler[3].”

Göç: Lügat anlamıyla; Ekonomik, sosyal ya da siyasi etkenler nedeniyle bireylerin ya da toplulukların yerleşmek amacıyla bir ülkeden diğerine, bir bölgeden diğerine yer değiştirmesi, yanı muhaceret olayıdır. Coğrafik anlamda göç; Geçici ya da sürekli, yakına ya da uzağa, gönüllü veya zorlama sonucu, yasal ya da yasadışı, niteliksiz ya da son derece nitelikli, sınırdışı edilmişler, mülteciler, ülkelerine kesin dönüş yapanlar, mevsimlik işçiler, tabu afete uğramışlar v.b. gibilerdir. Kimi zaman siyasi veya dini nedenler, kimi zamanda ağır basan nedenler arasında iktisadı sebepler rol oynamaktadır[4]. Cengiz Dağcı’nın Onlar da insandı, O Topraklar Bizimdi vd. birçok eserinde olduğu gibi İhtiyar Savaşçı’da da “Zorunlu Göç” olgusu karşımıza çıkmaktadır. İnsanlar bir gecede evlerinden barklarından Asya steplerine hayvan vagonlarında aileleri parçalanmış bir şekilde nakledilecektir. Bunların önemli bir kısmı yollarda ölür[5]. Roman kahramanı İkinci Dünya Savaşından köyüne dönen ve kahramanlıklar göstermiş bir askerdir.  “Bismillahirrahmanirrahim… Bizim Savaşçı’nın-İhtiyar Savaşçı-[6] öyküsü de burada başlıyor işte: Silahsızdı gayrı. Uzak savaşlardan çıkıp gelmişti. Gönlünde ve saçlarında barış yeli esmesine rağmen yorgun bir savaşçı olarak dönüyordu. Parmaklarının uçlarını yara izlerine her değdirdiğinde yüreği kanıyordu. Niçin savaşmıştı? Soruyu sormaya ihtiyaç yoktu; biliyordu niçin savaştığını. Bu savaş son savaş olacaktı onun için – onun için ve yurdu için. Kurtulacaktı yurt toprakları kandan, ateşten. Çiğnenmeyecekti artık tarlalar, yanmayacaktı ekinler, ağlamayacaklardı analar; çocuklar babalarıyla birlikte oturacaklardı akşam sofralarına; gelinler erleriyle yatıp uyuyacaklardı kucak kucağa; kızlar mut türküleri söyleyeceklerdi düğünlerde ve okullarda çocuklar, bahçelerde çiçekler, bağlarda üzümler özgürlük ve barış havası içinde yetişeceklerdi; ve onacaktı yaralar, gülecekti yüzler; gülen yüzler arasından birini seçip evlenecekti bizim Savaşçı ve uzun yılların sonunda o da mutlu ihtiyarlığına erişecekti, ve ballı çamların kokusunu içine çeke çeke, ihtiyar meşenin gölgesinde çayını yudumlaya yudumlaya.”

Fakat düşündükleri olmaz. Hayal kırıklığına uğrar daha da ötesi  “İhtiyar Savaşçı”, II. Dünya Savaşının başarılı bir askeri olarak vatanı Kırım’a dönerken dönüş yolundan köyüne kadar, dehşet görüntülere şahit olur: “Ay ışığı vardı. Çayırı geçti. Ormanda yürüdü bir süre. Köyüne yaklaştığını iliklerinde hissediyordu. Ormanın sık ağaçları arasından çıkıp bayırın ucunda durunca, bayır dibindeki asmaları henüz yeşermeye başlamış bağın kokusu vurdu burnuna. Bağın ötesindeki köy evleri sessiz ve renksiz hastalar gibi duruyorlardı ay ışığında. Ama geceydi – huzurunu bozmadı sessizlik. Lüle saçlı, boncuk gözlü yavrular uyuyorlardı, analar uyuyorlardı-, savaştan dönen yiğit­lerde köye ulaşmamışlardı henüz; üzüldüğü bir şey var­sa Savaşçı’nın, köyüne eli boş dönüşüydü; gene de köyünde sevinçle ve hoşgörüyle karşılanacağını biliyordu. Derin bir soluk aldı. Bir de değil, üç kez soludu. Bağın kokusunu doya doya ciğerleri içine doldurdu. Sonra ayağı dibindeki yassı taşın üstüne oturdu, bacaklarını öne uzattı; uzaktaki evlerin damlarına bakarak, o köyde geçen çocukluğunun hatırasına daldı ve hatırlarken, uzunca bir süre garip bir tebessüm takıldı kaldı Savaşçı’nın dudaklarına. İyi ki hafızalı yaratmıştı Tanrı insanoğlunu! Hatırasız yaşayamazdı. Yurdundan uzak, en zor, en çetin du­rumlarda bu evlerin, bu bağın, şu anda üstüne oturduğu taşın ve toprağın hatırasıyla yaşıyabildi; hayatı kendisine zehir eden nesnelere gözlerini yumup hatıralarına sığındı; ve hatıralar onu ateş, kan, fırtına ve kasırga içinden ge­çirip selamete ulaştırdı” “Lanetli savaş!” dedi içinden. Kafasının içinden söküp atamıyordu bir türlü savaşı. Tanrı’nın insanoğlunu hafızalı yaratması iyiydi ama… savaşa gelince, hafızasız yaşamayı yeğliyordu. Yürüdü. Dut ağacından gelen kokunun kuşku uyandırıcı bir koku olduğunu gizleyemezdi artık kendinden. Ağaca beş adım kala tekrar durdu. Şimdi iyice görüyordu ve gördükleri, az önce sandığı gibi, hafızasının garip bir oyunu değildi: ağacın dibinde kurşunla vurulmuş üç ceset yatıyordu; bir ceset de dut ağacının kalın dalına asılıydı.  Uzun bir süre beyni sımsıkı kapalı kaldı. Kimdi o? Nerdeydi? Niçin gelmişti buraya? Neden sonra beyninin dar hücreleri yavaş yavaş aralandı, açıldılar ve düşünmeye başladı: biliyordu, köyünün yolundaydı. Dağlardan yana kaldırdı başını: dağlar, kendi yurdunun dağlarıydı. Denize baktı: deniz de kendi yurdunun deniziydi. Ya dut ağacı dibinde yatan ölüler? Yeni bir savaş mı başlamıştı? Ama niçin? Ne zaman? Ve kiminle? Evet, düşman kimdi? Savaşan kimdi? Ölen kim, öldüren kimdi?” “Az sonra cesetlere yaklaştı. Ve ölüleri yakından görünce olduğu yerde taş kesildi. Ama görme yeteneğini yitirmemişti – ölüler kendi insanlarıydı; bundan kuşkulanmıyordu. Biri, ölmeden önce, ya da ölürken, kolları arasına aldığı dizlerini çekip çenesi altına getirmiş ve öylece ölmüştü; biri yüzüstü ve upuzun yatıyordu; üçüncününse iki bacağı iki yana atılıydı, ve alabildiğine açık gözleriyle dut ağacına asılı cesede bakıyordu. Üçü yalın ayaktı; yalnız dala asılı cesedin ayaklarında çarıklar vardı” “Önce, ölülerin nasıl öldüklerini merak etti, ce­setlere yaklaştı. Beşi de kurşunla öldürülmüştü. Vuranlar kurşunlarını yakından ve kafataslarına sıkışmışlardı – kan içindeydi yüzleri; kimin genç, kimin ihtiyar olduğu belli değildi: kimin kara saçlı, kimin sarı saçlı olduğu da belli değildi; alınlarına, şakaklarına yapışık saçları ışıltılı ama renksiz bir renge girmişlerdi ay ışığında.”

Devlet Terörü (Şiddet) Kırım halkı Sovyet Devleti tarafından toplu bir şiddete maruz bırakılmıştı. Bu Stalin’inin uyguladığı devlet terörü ve şiddetiydi. Kırım Türklerini sindirmek ve soykırım uygulamak için hayata geçirmişti. Kruşçev’in Anıları’[7]ndan “Vladimir İlyiç Lenin’in (1870-1924) ölümüne yakın yıllarda şöyle dediğini öğreniyoruz: “Stalin (1879-1953), aşırı derecede serttir ve bu zaafı aramızda ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde hoş görülebilir, fakat Genel Sekreter olarak asla hoş görülemez. Bu yüzden, yoldaşların Stalin’in bu görevinden hangi metotla alınacağını ve yine hangi metotla yerine bir başkasının atanacağını düşünmelerini teklif ediyorum. Bu yeni seçilecek adam Stalin’den, her şeyden önce bir tek nitelikte farklı olmalıdır; daha kesinlikle belirteyim, çok daha hoşgörü sahibi, çok daha dürüst, çok daha nazik ve yoldaşlara karşı daha saygılı bir tutum içinde, daha az şımarık huyda, vb. bir adam olmalıdır.”[8] Lenin’in bu belgesi Partinin On üçüncü Kongresi’nde delegelere duyuruldu ve Kongre, Stalin’in Genel Sekreterlik görevinden alınması sorununu tartıştı. Fakat alınmak bir tarafa Josef Stalin 3 Nisan, 1922-5 Mart 1953 arasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin liderliği anlamına gelen Genel Sekreterliğini üstlendi. Bu dönem zarfında kanlı diktatörlüğü ile çoğunluğu Türk milyonlarca insanın kanına girdi.   Tarihte ve günümüzde kimi ülkelerde Stalin benzeri bir devlet terörü söz konusudur: “devlet yönetimini ellerinde bulunduran güçler, ayrıcalıklarını ve etkinliklerini yitirmemek kaygısıyla, buyrukları altındaki resmi kuruluş ve gruplar aracılığıyla şiddete başvurarak karşıtlarını yok etmeyi ya da en azından onları sindirmeyi amaçlamaktadırlar. Tıpkı, Fransız Devrimi döneminde Robespierre’cilerinki gibi”[9]. “Robespierre’in âlemi, Jakobin’lerin kapalı ve çok ateşli çevresinden ibaretti. Kendisini kıvrandıran bütün ihtiraslara (özlemlere) ruhuyla ve bedeniyle teslim olmuştu ve hiç bir dış duygu bunların gidişine karşı duramıyordu… İçinden çıkmak istemediği suni bir âlemde yaşıyordu ve sonunda da bunu gerçek âlem olarak kabullendi”. Keskin bir bıçakla ikiye ayrılmış gibi “iki renkli dünya”nın mahkûmu haline gelmiş insan, sevgi ve nefret kutupları arasında adeta cinnet getirmektedir. Sevdiği dünyaya, o dünyanın öncülerine, sembollerine kara sevdalıdır. Bu sevda “kendinden geçme” ve adeta “paranoya” halindedir. Bu dünyada “normal” hiç bir şey yoktur; her şey en mükemmel, kusursuz ve faziletlidir. Nefret dünyasında olan şahıslar, semboller, belirtiler daima “korkunç”tur, “hain””dir, “kökü kazınmak” gerekir[10]. Öte yandan, Marksistlerin de tüm burjuva devletlerinde, iktidarda olan egemen sınıfların, yığınlara karşı devlet terörünü uyguladıklarını ileri sürdüklerini ekleyelim. Ne var ki, sosyalist devrimle başa gelenlerin de, karşıtlarını ortadan kaldırmak amacıyla devlet terörüne başvurmaktan çekinmedikleri söylenebilir[11].

İhtiyar Savaşçı “Köyünden kurtuluş beklemiyordu gayrı. Üstelik korkmuyordu ve korkusuzluğunun sebebini düşünmüyordu. Köyüne ulaşmadan önce aklını ve tüm duygularını emip kurutmuştu onun korku. Bayırı bir gölge gibi tırmandı. Köyün kenar evleri bomboştu.” Köyüne vardığında hayretler içinde etrafı seyrederken eline bir el dokunur: “İnce ve uzun boylu, kara etekli, ak süveterli, alnının yarımını ve sol gözünü örten düz ve kumral saçları sol omuzu üzerine dökülü genç bir kadın… Yoksa gerçekten bir melek miydi? “Sen kimsin?” diye sordu Savaşçı şaşkın. “Ben senin meleğinim”, dedi genç kadın, savaşçının avuçlarını hüzünlü yüzünden ayırarak. Savaşçı başını kaldırdı, alabildiğine açık gözleriyle genç kadının yüzüne baktı gene; uzunca bir süre ne diyeceğini bilemedi. Neden sonra:

“Sen ölmedin mi?” diye sordu.

“Dedim ya”, dedi genç kadın, “ben bir meleğim; melekler ölmezler.” “Ama… bu köyde hiç kimse kalmadı.” “Kaldı”, dedi genç kadın. “Kim:” diye sordu Savaşçı-“Ben kaldım. Ve sen… ve de…” ve sözünü tamamlamadan:“Korkuyor musun?” diye sordu genç kadın. “Evet”, dedi bizim yorgun ve umutsuz Savaşçı; “Korkuyorum.” “Ölümden mi?” Yok yerine başını salladı. “Neden korkuyorsun?” “Geceden.” “Geceden mi?” “Bu gece sonsuz.” “Gece sonsuz değil. Her gecenin bir sabahı var. Bu gecenin de sabahı olacak.” “Ne zaman?” “Bilmiyorum ne zaman. Ama mutlaka olacak.” dedi genç kadın, ve yorgun savaşçının yanına taşa oturdu, başını onun omuzuna yasladı, bir süre ses etmedi; sonra onun elini aldı, okşadı okşadı, yüzüne kaldırdı, elinin içi­ni öptü, ve başını kaldırıp, Savaşçı’nın kulağına fısıldadı: “Bana Melek Hanım derler. Ama ben melek değilim. Etli, canlı, kanlı bir kadınım. Ve ben bu köyün kadınıyım. Sen tanıyorsun beni. Ne olursun iyice bak yüzüme! Seni bekledim bunca yıl. Buldum seni. Korkma artık. Karanlıkta nur olacağım senin yürüdüğün yollarda; ateş olacağım kışın soğuğunda; gölgeli söğüt olacağım yazın sıcağında. Ama seninle… Sensiz hiçbir şey olamam, hiçbir şey yapamam. Geceyi değiştiremem sensiz; günü değiştiremem; yolumuzu, yükümüzü hafifletemem; sensiz seni sevemem, çocuklarımızı güldüremem.”

“Çocuklarımızı mı?” dedi, yorgun Savaşçı, şaşkın, “Çocuklarımızı”, dedi genç kadın. “Evet çocuklarımızı! Etimizden, kanımızdan, soluğumuzdan doğmuş ve doğacak çocuklarımız bekliyor bizi!” Gözleri faltaşı gibi açıldı bizim Savaşçı’nın: “Alay mı ediyorsun benimle Melek Hanım?” “Yok, alay etmiyorum” dedi Melek Hanım. Ve tekrar Savaşçı’nın ku­lağına fısıldadı: “Ölüme mahkûm edildi ulusumuz.” dedi ve   ihtiyar savaşçıyı elinden tutdu ve bir meşe ağacının altına götürdü. “Meşe ağacının dibinde ve çevresinde, kuş yavruları gibi, küme küme çocuklar oturuyorlardı. “O çocuklar…O çocuklar bizim çocuklarımız mı?” diye sordu Savaşçı. “Bizim çocuklarımız,” dedi Melek Hanım. Bir ara, kendisi için yeni bir hayatın başladığını sandı Savaşçı. Hoş, yeni bir hayat başlamamıştı belki, ama hayatta yeni bir yol, korkulu dünya içinde emniyetli bir yol bulmuş gibi oldu ve coşkuyla Melek Hanımın koluna sarıldı. Melek Hanımın da sevinçli gözleri iki yıldız gibi parladı, soluğu ısındı, memeleri kabardı, yanakları kızardı, ak boynunda al güller açtılar ve yanan dudaklarıyla yorgun Savaşçı’nın alnını öptü, şakağını öptü, burnunun ucunu öptü, kulak düğmesini öptü, kalpağını kaldırıp Savaşçı’nın saçlarını öptü; sonra birbirlerinin ellerini tuttular ve artık konuşmaksızın, ama sağlam adımlarla, ikisi meşe ağacına yürüdüler. Meşe ağacı dibinde, ve çevresinde, kırk kadar çocuk vardı; oğlan, kız; tümü yere oturmuşlardı, ve çoğunun ince kolcukları göğüsleri üzerine kavuşuktu; ve tümü sessizdi; ve ay ışığında gözlerinin rengi uçuktu, ve iri ve açık gözleri içinde, hangi bir zalimin ve niçin, kendilerini evlerinden attığını bilmemenin şaşkınlığıyla geceye bakıyorlardı. Aralarında iki, üç yaşında olanlar da vardı; onlar büyükçe çocukların kucağında uyuyorlardı; kimileri de hasta, ya da yaralı ve yakın bir gelecekte öleceklerini sezinleyen ve bu yüzden diğer kuşlara katılıp cıvıldaşmayan minik serçeler yok mu? Tıpkı o serçeler misali bir kenara çekilmiş ve bir an önce hayattan el ayak çekmişçesine oturuyorlardı. İkisi meşe ağacının dibinde durunca, birkaç kız çocuğu ayağa kalkıp. Melek Hanımın elini, eteğini tuttular. Melek Hanım onların başlarını okşadı; sonra kümeden ayrı, küçük ve halsiz çocukların yanına gitti, bir bir onları yerden kaldırıp, yanaklarını öptü, çok zayıf olan iki kızcağızı meşe ağacına götürdü, ağacın dibinde küçüklü büyüklü ve yığın halinde bohça ve bavullar arasından birini açtı, içersinden çıkardığı pideyi çocuklara yedirdi, mendiliyle dudaklarını, yüzlerini sildi, temizledi, bavullar üzerine yatırdı, sırtlarını şalla örttü – kendisinin yüzüne, ürkek değilse de, kaygılı bir gölge konmuştu. Melek Hanımın kaygılanmasına yeterinden fazla sebep vardı: köyün öteki insanları köyden taşınmış ve köy çoktan boşaltılmış olmasına rağmen, çocukları bilinmezliğe götürecek olan taşıt araçları gelmiyorlardı bir türlü. Bizim Savaşçı’ysa canlıydı. Canlı olmasına her zaman canlı olmuştu o-, ama köyüne gireli sızlayan ve yanan canı içine şimdi yeni bir can girmişti dersin – bavullar üzerine oturan iki kızcağızın başını okşayan Melek Hanımın yanına gitti, yanı başına oturdu. Melek Hanım Savaşçı’nın başını çekip kalçası üstüne aldı, ve, bir eliyle iki çocuğun başını okşamasını sürdürürken, öbür eliyle Savaşçı’nın yüzünü okşamaya başladı; ve bizim Savaşçı Melek Hanımı, Melek Hanım da onu kendilerine birer dayanak olarak seçtiklerini, ve ikisi, birbirlerine dayanak olduktan sonra, yüreğinde, bu uzun geceden korkmayacağına, kimbilir, günün birinde gün ışığına da kavuşacağına umut ve inanç uyandığını hissetmeye başladı. Saatler geçti. Taşır araçları gelmiyordu. Bazı çocuklar ağlamaya başlamışlardı. Ama sessizce. Birinden ses çıktı mı Melek Hanım parmağını dudaklarına kaldırıp, bir sus işareti veriyordu ve çocuk, hıçkırıklarını yuta yuta ağlıyordu. Oğlan çocuklar bizim Savaşçı’nın çevresine birikmişlerdi. Birileri Savaşçı’nın asker gömleğinde kalmış apolet ve nişan izlerini inceliyor, kimileri savaşta kazandığı madalyaları; küçükler saçlarını, kulaklarını çekiştiriyorlardı; o ise bir peygamber sabrıyla, onların cıvıltılarını dinliyor, hafiften bir türkü söylüyor; kalpağını küçüklerin başlarına geçirerek, bazen bir çayır kuşu gibi, bazen de bir kanarya gibi ıslık çalarak eğlendiriyordu onları. Derken bir gırıltı geldi kulağına. Gırıltı uzak ve boğuktu, ve yerin dibinden çıkar gibiydi. Gırıltıyı Melek Hanım da duymuştu; Savaşçı’nın yanına gitti, meşe ağacının uzağında oturan çocukları kümeye getirelim anlamına işaretler verdi eli koluyla ve ikisi yarı uyanık, yarı uykuda çocukları kaldırıp meşe ağacı dibine taşıdılar. Gitgide yaklaşan gırıltıyı büyükçe çocuklar da işitiyor­lardı galiba ki, ürkek ürkek Savaşçı’nın ve Melek Hanımın yüzlerini kolluyorlardı. Bir ara, yıllar öncesi köyünde tanığı olduğu depremi, dağ yamaçlarından köyüne inen gürültülü taş ve toprak kaymasını, zifiri karanlığı, ahırlarda kapalı hayvanların hazin böğrüşmelerini, köpeklerin ürümelerini, insan feryatlarını hatırladı Savaşçı. Bu gece köyü insansız olmasına rağmen, kulaklarını dolduran gırıltı depremden çok daha çetin, çetin olduğu kadar da insanın canına okuyan bir gırıltıydı. Öyle ki yaklaşıp Melek Hanımın elini tuttu. Melek Hanım da gırıltının çıktığı yere dalmıştı. Derken, bir ejderhanın korkunç gözlerini hatırlatan ışıklar belirdi otoyolda; gırıltı yoğunlaştı; gırıltı meşe ağacına yaklaştıkça çocuklar Melek Hanımın ve Savaşçı’nın yanına sokulup, ikisinin kol ve bacaklarına sarılıyorlardı. Az sonra farların gerisinden gelen kamyonlar da göründü. Ağır, her biri bir ahır kadar, içersinde tütünlerin kurutulduğu bir aran kadar, içersinde şarap varillerinin istif edildikleri bir depo kadar yüksekti kamyonlar. Hatırlıyordu: “Amerikan” ve “İngiliz” denirdi bu kamyonlara cephelerde. Ve cephelere cephane, büyük taarruzlarda savaş yerlerindeki askerler için konserve, tuzlu balık, soyulup derileri sıyrılmış öküz ve domuz gövdeleri taşınırdı bu kamyonlarla. Posta ve telgraf binası önünden geçen kamyonları saymaya başladı-, bir… dört… beş… on. Farkında olmadan saymaya son verdi. Kamyonlara bakarken, bu kamyonların, köyünden değil de bütün ömrü boyunca yüreği içinde biriktirip yoğunlaştırmış olduğu bağ, bahçe, orman, çiçek, su, ışık -tek sözle tabiat- sevgisi üzerinden geçtiklerini ve onun bu sevgisinin kamyonların ağır tekerlekleri altında çiğnendiğini hisseder gibi oldu. Ve geçip gittiler kamyonlar. Nereye? “Başka köylere”, diye düşündü Savaşçı, ve sorulu bir bakışla Melek Hanımın yüzüne bakarken, en sonuncu kamyon yavaşladı, yavaş yavaş durdu ve kamyonun şoförlüğünden, otomatik tüfekleriyle yola dört üniformalı adam atladı, ve üniformalılar omuzlarına kaldırdıkları otomatların namlularını meşe ağacı dibine yönelttiler, ama meşe ağacı dibinde çoluk çocuktan başka hiçbir kimseyi göremeyince, otomat tüfeklerini yere indirdiler, ve aralarından biri öne çıkıp. Melek Hanımdan yana yürüdü; kamyonsa posta ve telgraf binası önünde genişçe ve tam bir daire yaparak, az önce çıkıp geldiği yöne doğruldu, durdu. Üniformalı ve silahlı adam çok konuşmadı Melek Hanıma; kamyonun arka kapağı gürültüyle açıldı ve üniformalı adam: “Haydin!.. Bir iki!.. Kamyona atlayın!” diye bağırdı. Bizim Savaşçı, önce meşe ağacı dibine koşup, bavul ve bohçaları taşıdı kamyona; sonra kamyonun arka kapağı dibinde durdu ve çocukları bir bir ve her birinin koltuk atlarından tutarak, kamyona kaldırdı – her kaldırdığı çocuğu sayıyordu. Yirmiye kadar saydı. Sonra Melek Hanıma kamyona kaç çocuk kaldırdığını sordu. “On üç” dedi Melek Hanım. “Ben de yirmi, eder otuz üç. Tamam mı?” “Tamam”, dedi Melek Hanım. “Hayırlısıyla” dedi Savaşçı. Ve ikisi, çocukların ardından kamyona binmeden önce: “Tanrının sırrı bilinmez… Hazreti İsa da tam otuz üç yaşındaydı çarmıha gerildiği zaman; otuz üç çocuğun çilesini görür de zalimlerin yüreklerinde merhamet uyandırır belki” diye ekledi sözlerine. Ve ikisi kamyona tırmandılar. Kamyonun arka kapağı kapatılıp dışardan sürgülenince gecenin içinde başka bir gece çöküverdi.”

Bu yavrularla beraber sonra tren vagonuna bindirildiler. Günlerce yol aldılar, bir aya yakın. Kimi çocuklar, yaşlılar, güçsüzler sürgün şehitleri oldular. Yollarda şehitlerini vagonlardan aşağıya bıraktılar. İhtiyar savaşçı, şehitlerini tren durduğunda bir çalılık altına gömdü. Korku artık onlar için yoktu. Hayatta kalma mücadelesi vardı.

“Korku, görünen ya da görünmeyen bir tehlike, tehdit anında duyumsanan ve hoş olmayan bir gerilimdi. Güçlü bir kaçma ya da kavga etme dürtüsü; hızlı kalp atışları, kas gerginliği ve benzeri belirtilerle yaşanan duygusal uyarılma (heyecan). Korku, doğal ve gerekli bir duygu olarak ortaya çıkıyor. Tehlikeye karşı uyana bir işlevi bulunuyor; kişiyi kaçarak, saklanarak, olmazsa savaşarak savunmaya zorluyor”[12]. İhtiyar savaşçı ve diğer göç insanları için korku sıradanlaşır. “İnsan beyninde birden fazla korku merkezi var. Korku merkezi beyinde tehdide yönelik tepkiden ya da buna bağlı fizyolojik birtakım değişikliklerden sorumlu olan sistemdir. Korku merkezinin tek olmadığı sanılıyor. Beyinde korku merkezi olarak bilinen yerde bir eksiklik ya da yetersizlik olsa bile insan korku yaşayabiliyor. Araştırmalar, beynin derinliklerinde badem biçimindeki amigdalanın korkudan sorumlu en önemli bölge olduğunu gösteriyor. Kanda karbondioksit (C02) arttığında amigdala, huzursuzluğu, korkuyu ve panik atağı tetikleyebiliyor[13]”. O gece yaşananlar ve hayvan vagonların ortamı korkuyu ve çaresizliği birlikte getirir. İnsanlar tabii ihtiyaçlarını bile gidermekten yoksundurlar. Oksijensiz ve sağlıksız bir ortam vardır. Altlarındaki samanlar zaman zaman vagonlardan atılır. Vagonda ruhunu teslim etmeden yaşlı bir dede kaval çalmış, torunu ona eşlik ederek şu ezgileri mırıldanmıştır:  “Hani menim tırmandığım tepeler?  Hani menim yıkandığım dereler? İnle kaval, kalbim gibi inle dur!  İnle kaval, dertlerimi sen sustur…”, Herkes ağlıyordu vagonda. Ama için için. Sessizce… Melek Hanımın gözlerinde de yaşlar vardı.” Günler süren tren katarlarındaki yolculuk sırasında; yaşlılar, zayıflar, çocuklar ölüyorlardı. “Cesetleri demiryolunun kenarına diziyorlardı. Bir ara köyünün mezarlığı geldi aklına: Mutlu ölümler! diye düşündü. Mutlu ölüm olur muydu? Olurdu elbet! Köyünde mezarlık kazılıp yerle bir edilmişse de, “Dedelerimiz, hiç değilse, kendi döşekleri içinde ölmenin ve mezarlara gömülmenin mutluluğuna eriştiler” diye düşündü. Ama öteki cesetleri taşıyanlardan şanslıydı Savaşçı: kendi cesetlerini sıraladığı yerde çalılar vardı. Çalıların ne soy çalı olduğunu bilmiyordu. Böğürtlendi belki. Bodur meşelerdi belki. Akdikendi belki. Yaklaşıp dalları tuttu, yaprakları sınadı. Her neyse üzüm dalı değildi. Ama dikenli de değildi çalılar. Dallarda yapraklar seyrek, çalılar altında toprak kuruydu. Bazı dallar yapraksızdı. Yapraklar kuzu değildi ama kendi köyünün yapraklarındaki mayıs yeşilini hatırlatıyorlardı Savaşçı’ya. Gene de dalları koparmaya koyuldu. Kucak dolusu dal kopardı. Her ölünün yüzünü yeşil bir dalla örttü usulca. Sonra cesetlerin başları ucuna dikildi, başını göğsüne eğdi, köyünde cenaze merasimlerinde okunan Fatihalar misali bir Fatiha, bir dua okumak istedi. Bilmiyordu. Ne bir dua, ne bir Fatiha. Öğrenmemişti. Öğretmemişlerdi ki, öğrensin! “Yazık”, dedi içinden, ve doğruldu; demiryolu kıyısına sıralı yatan öteki cesetlere  baktı. “Ne yazığı!” dedi içinden. “Duayla kimin yükünü hafifleteceğim, kimin ağrısını gidereceğim? Bu suçsuz sa­bi sübyanı görmüyor mu Tanrı?” Elini kalçasına vurdu. “Tanrı!… Varsa eğer, O ispatlasın varlığını bana… Bu suçsuz insanları kurtarsın!” Gene başını göğsüne eğdi, uzun bir süre öyle durdu. Başı hâlâ göğsündeydi, lokomotif uzun bir düdük çaldı. “Bağışla kusurumu” dedi Savaşçı yavaş bir sesle ve dönerek vagona girdi. Vardıklarında “Platformda insanlar bohça ve bavullarını yük­lenmiş, yola hazır duruyorlardı”.  Trenden indiklerinde; “Melek Hanım, bohçadan bir ceket ve Savaşçı’nın kalpağını çıkardı “Kalk!,” dedi. Savaşçı kalktı. Melek Hanım ceketi üç kez silkti, havalandırdı; ve Savaşçı’nın sırtına geçirdi. Aynı şekilde temizlediği kalpağı Savaşçı’nın başına geçireceği anda Savaşçı Melek Hanımın elini tuttu: “Biliyor musun,” dedi, “ben bu kalpağı…” Ama sözünü tamamlamadı – dut ağacının dalına asılı ölü gelip durmuştu gözlerinin önüne. “Eee?” dedi Melek Hanım. “Hiç,” dedi Savaşçı. Kalpağı Savaşçı’nın başına geçirdi: “Gururla taşıyacaksın bu kalpağı başında,” dedi Melek Hanım. “Bu kadar mı?” diye sordu Savaşçı. “Yok, bu kadar değil,” dedi Melek Hanım, ve bohçanın dibindeki cüzdanda saklı madalyaları çıkardı. Altı madalyası vardı Savaşçı’nın: “ikisi Kızıl Yıldız, üçü Kızıl Bayrak, biri de Vatan Kahramanı madalyası.” Trenden indirildiklerinde, ölenlerden kalanları askerler sıra sıra toplayıp saflar oluşturuyorlardı. “Bir kilometre uzunluğundaydı saf. Kendilerinden ay­rılmalarını istemeyen aileler arasında hasta çocuklarını ve ihtiyarlarını sırtlarında taşıyanlar da vardı.”  Savaşçı bir gence selâm verdi; “Genç adam Savaşçı’nın selâmını karşılamadı. Ama reddetmiş de sayılmazdı – sadece başını salladı. Derken evden genç bir kız çıktı, ibrik ve peşkirle. Adam eğildi. Kız onun avuçları içine ibrikten su döktü. Yüzünü, boynunu, omuz başlarını yuvdu adam. Yuvununca kız eve girdi, adamsa olduğu yerde kaldı. Yüzünü ve omuz başlarını kurularken, Savaşçı az daha adama yakla­şarak; “Nerdeyiz?” diye sordu. Adam az şaşkın gözlerini Savaşçı’nın yüzüne kaldırdı. Baktı, baktı; ve alayımsı bir sesle konuştu: “Tahminen senin köyünün altı bin kilometre uzağındayız.” Adamın kentli olduğu konuşmasından belliydi. Savaşçı’nın dudaklarına garip bir tebessüm takıldı:”Benim köyümün ismi vardı. Yalnız köyümün değil, köyümün deresinin, çayırlarının, kayalarının, tepelerinin, çeşmelerinin, camilerinin de isimleri vardı. Buranın bir ismi yok mu?” “Var!” dedi adam. “Burası Sürgün yeri”. Eve giriyordu ki, eşikte duralayıp, başını Savaşçı’dan yana çevirdi: “En yakın kent iki yüz kilometre kadar uzakta. Ama hiç merak etme. Bizim için Sürgün yeri’nin dışına çıkmak yasak.” Savaşçı, dudaklarında hâlâ garip tebessüm, düzlüğün orta yerindeki akasya ağacına doğru yürüdü.”

Kırım Türklerini, yıllarca yerli Özbek Türklerinden kopuk yaşamaya mahkûm edilirler. Kırım Türkleri’nin göç ettirilen ülkenin insanları ile bütünleşmesinin engellenmesi onlarda; sosyal izolasyon, kültürel şok, kuralsızlık, yabancılaşma gibi ruh sağlığını etkileyen problemler ortaya çıkarmıştır:

“Göçün sadece vatandan fiziki bir ayrılış olmadığını aynı zamanda bireyin alıştığı bir dizi karşılıklı haklardan, kurallardan ve sosyal etkileşim örüntüsünden de ayrılış olduğunu belirtmektedir. Bu durum; göçmenlerin sık sık yalnızlık, yabancılaşma, sosyalleşememe ve kendini değersiz bulma, sosyal ilişkileri devam ettirememe ve geliştirmede yetersizlik duyguları yaşamalarına yol açmaktadır. Göçmenlerin kendi ülkelerinden çok daha farklı bir topluma göç ettiklerinde çok daha fazla uyum zorluğu çekecekleri, benzer topluma göç ettiklerinde ise daha az uyum problemi yaşayacakları görülür. Göçten hemen sonra şokun daha büyük olduğunu ve bu durumun ruh sağlığına olumsuz etkili olacağını, fakat göçmenlerin geldikleri toplumun kültürüne alıştıkça akıl hastalıkları riskinin azalacağını da belirlenmektedir. Amaca ulaşma Çabasının Yarattığı Stres, göçmenin umut ettiği, ulaşılmak istenen nokta ile gerçekte ulaşılan durum arasındaki fark strese sebep olmaktadır”[14].

“Kültürel Değişme, yabancı toplum uyumuna sağlanma için zorlanan, ikinci kuşağın kendi kültürleri ile aşırı bir özdeşleşmeye ve kendi kültürlerini daha üstün tutmaya yöneldiği görülmektedir. Bazı araştırmacılar göçün yarattığı sosyal ve ruhsal problemleri “yabancılaşma” kuramı ile açıklarlar. Yabancılaşmanın boyutları vardır: Bireyin kendi davranışının istediği sonuçları elde edemeyeceği ya da aradığı desteği bulamayacağına dair olumsuz duygulardan kaynaklanan güçsüzlük hissi vardır. Bireyin neye inanacağına karar verememesinden kaynaklanan anlamsızlık hissi de dikkate alınmalıdır.

Kuralsızlık, toplumca yasaklanan yöntemlere başvurmalarından kaynaklanan histir. Kendinden uzaklaşma: bireyin şimdiki durumunun, toplumsal şartların daha elverişli olacağı ideal bir durumdan daha kötü olacağına inanmasından kaynaklanan histir. Göç fenomeninin psikiyatrik rahatsızlıkları arttırdığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir[15]”.

Sürgünden sonra aradan yıllar geçer. Sürgünde; gelen evlatlıklardan dördü daha ölür, bayıra bir mezarlık açarlar. Romanda sürgün yerindeki mezarlık ve Kırım Türkleri şöyle anlatılır: “Burası zamanla büyüdü, genişledi, enikonu bayırı kap­layıp, kendi köyündeki mezarlık kadar, büyük bir me­zarlık oldu. Çocuklar da büyüyüp evlendiler; çocuklar çocuk doğurdular ve ölen çocukların yerlerini başka çocuklar aldılar. Melek Hanım da dört çocuk doğurdu tümü tümü­ne; ve tümü oğlan; ve bizim Savaşçı’nın çok sevdiği Alim adını koydular her birine: Alim, Alimcan, Alimgir, Alimseyit. Geçen her yılla Sürgün yeri değişti. Kulübeler yıkıldı, yerlerine badanalı evler kuruldu. Evler önünde bostanlar, hatta kendi yurtlarından (kimin tarafından ve nasıl geti­rildiğini bilmedikleri) tütün fidelerini diktiler mezarlığın karşı yakasına. Pencere diplerinde, pencere destekleri üs­tündeki saksılarda kendi yurtlarının çiçeklerini yetiştirdi­ler; güneşli yerlerde elma ve armut ağaçları diktiler. Ger­çekten şaşılacak bir şeydi bu! Nerden geliyordu bu güç? Nerden geliyordu bu erdem? Yalın ve yaban toprağı uysallaştırıp güzelleştiriyorlardı. Bostan, çiçek, meyve cümbü­şüne dönüşmüştü Sürgünyeri. Allah’ın varlığına bile inanmaya başlamıştı bizim Savaşçı. Ölenler azalıyor, yıl yı­lı genç gelinler, hatta otuz beşinde ve kırkında olan kadın­lar, çocuk doğuruyorlardı. Bir gün bizim Savaşçı peykede, ve akasyanın gölgesin­de otururken, karşıki evlerden bir gürültü koptu. Şaşkın, ayağa kalktı Savaşçı. Evlerden dökülmüş kadınlar, çocuk­lar, ihtiyarlar, başları üzerine kaldırdıkları kollarını kıvıra kıvıra, parmaklarını şaklata şaklata, eğile büküle dans yapıyor, “Mendil” ve “Kaytarma” oyunlarını oynuyorlardı. Bir yerlerden davul sesleri geliyordu. Alanın ortasınca ko­şan bir gençten yana seslendi Savaşçı; “Hey!… Ne oluyor?… Dur, hele!… Neler oluyor orda?”Genç adam durmadı. Yalnız başını Savaşçı’dan yana çevirerek bağırdı: “Yeni kararname!… Sürgün kaldırıldı!… Suçlama kaldırıldı! Milletimiz özgür, dede!… Milletimiz özgür!…” Masmavi gökyüzünde yıldırım çakmıştı dersin – gözle­rini yumdu ve uzunca bir süre olduğu yerde kaldı Savaşçı. Sonra “İllallah” dedi, ve peykeye oturdu. Ne düşüneceği­ni bilmiyordu. Düşünecek durumda değildi de. İçinden, “İllallah, İllallah” diye tekrarlıyordu yalnızca. Gürültülü ve davul seslerini evde Melek Hanım da duymuştu galiba ki, unlu ellerini önlüğüne sile sile, akasya ağacına yürü­dü. Savaşçı’nın önünde durduğu zaman haber, kuru bir or­man yangını gibi, kaplamıştı ortalığı. Savaşçı ayaktaydı. Gözleri ışıl ısıldı Savaşçı’nın ve ışıltılı gözlerinden yaşlar sızıyordu çenelerine. Melek Hanım onun yüzünü avuçladı. Savaşçı boğularak: “Duydun mu?” dedi, “Duydun mu?” dedi. Melek Hanım da kendisinin gözyaşlarını tutabilecek durumda de­ğildi. Ellerini birbirlerinin omuzlarına attılar. “Duydum,” dedi Melek Hanım. “Bilmiyordum,” dedi Savaşçı. “Bilmiyordun ne?” dedi Melek Hanım. “Bizim insanlarımızın bu denli güçlü; felâketlere karşı bu denli dayanıklı olduklarını bilmiyordum” dedi Savaşçı.” Önlüğüyle Savaşçı’nın çenesini kuruladı; kendi gözle­rinden yaşları silerken: “Ulusumuzun en büyük ve en şerefli yiğitleri demiryo­lunun kenarında kalanlar,” dedi Melek Hanım. Günlerce sürdü şenlik ve bayram havası. Ve o günden sonra Sürgünyeri, yalnızca Sürgünyeri değil, Sürgünyeri’nde bütün hayat baş döndürücü bir hızla değişmeye başladı. Gerçi özgürdüler gayrı, ama yurtlarına dönmele­rine izin verilmiyordu. Dönen on binlerce insanı, devletin polis ve savunma güçleri geri çeviriyorlardı. Üstelik böl­genin türlü yerlerinden pek de hoş olmayan haberler ge­liyordu. Meselâ – Hırçık mı, Kırçık mı denen – bir yerde haksızlığa karşı yer alan ayaklanma ve başkaldırma sonu­cunda yüzlerce can kaybı verildiği haberi geliyordu. Ama bütün bunlar Sürgünyeri’nde hayatın değişmesi­ne engel olamazdı. Yeni binalar kuruldu, kaldırımlı so­kaklar, küçük parklar, okullar kuruldu; “Derviza” denen geleneksel güreş yarışmaları, toy-düğünler, sünnet günle­ri, millî dans ve koro gruplarının gösterileri düzenleniyor­du. Bölgenin büyük kentlerine taşınan aileler de az değil­di. Gençler ve kızlar teknik okullarda, üniversitelerde okuyorlardı. Şaşılacak sayıda doktorlar, mühendisler, en­düstri ve tarım uzmanları, atom fizikçileri, genç şair ve yazarlar çıkıyordu aralarından. Önceleri eserleri yasak­lanmış yazar ve şairler de anılmaya başlamıştı. Yaşlılar her adımda eski yurdun sözünü ediyor, anayurt sevgisi sönmez bir ateş gibi yanıyordu gençlerin gönüllerinde. Yılda bir kez yıkılmış, üstünde babalarının bir zamanlar yürüdükleri yolları yaban otlar kaplamış, ya da yabancıla­rın oturdukları köylerini ziyaret edenler de oluyordu. Her ziyaretlerinde bir avuç toprakla, denizin kıyısından kal­dırdıkları üç-beş çakıl taş, bir kır çiçeği, bir söğüt veya bir asma dalıyla dönüyorlardı” Prof. Dr. olan oğlu Alimcan babasını Kırım’a götürmek istiyordu. Sevinçle üç uçak bileti alarak gelir. Fakat Alimcan, babası ihtiyar savaşçı’dan umulmadık bir cevap alır: “Ben uçakla gitmeyeceğim”, dedi. “Babacığım, biletleri aldık”, dedi Alimcan. “Aldın, görüyorum. Aldığın yere geri götür”, dedi Savaşçı. “Ama olur mu, babacığım?..” “Aması yok. Ben trenle gitmek istiyorum. Ya trenle giderim, Kırım’a, ya da hiç gitmem.” Alimcan çaresiz biletleri değiştirir ve trenle Kırım’a yola çıkarlar.

“Bodur söğütler ve çalılar arasından geçiyordu tren. Derken, beklenmedik bir şey oldu kompartımanda: Savaşçı sıraya çıktı, ve… elini başının üzerine kaldırmasıyle trenin alarm kolunu tutup çekmesi bir oldu. Vagonun tekerleklerinden kıvılcımlı vahşî bir gıcırtı koptu; vagonlar tokuşup kakışarak sarsıldılar; küçük masa üzerinde duran vazo devrildi, içersinde su ve güller dört bir yana saçıldı ve tren, yaralı bir ejderha gibi soluyarak durdu.” Kompartımana derin, ölümsü bir sessizlik çöktü bir an. Faltaşı gibi açılı gözleriyle Savaşçı’ya bakan Alimcan’a, baba ne oldu demeye vakit kalmadan, masanın üze­rinde kalmış üç gülü eline aldığı gibi, kompartımandan çıktı Savaşçı. Vagonun tüm kapıları ardına kadar açıktı. Koridora fırlamış yolcular arasından geçti Savaşçı. Yatılı kompartı­manların yolcuları da iç çamaşırlarıyle yere atlamış, şaş­kın ve sorulu bakışlarla biribirlerine bakıyorlardı. Hattın kenarında yüksek rütbeli ve şık üniformalı iki subay du­ruyordu. Lokomotifin yanından elini kolunu sallaya salla­ya koşan makinistin sesi geldi Savaşçı’nın kulağına: “Kim durdurdu treni?.. Kim çekti alarm sinyalinin ko­lunu?.. Kim?.. Kim?..” Bütün gözler Savaşçı’ya yöneliydi. Ama Savaşçı’nın gözleri içindeki bakışları sağlıklı, biraz da hırçın olmasına rağmen, makinisti, hatta şimdi vagonun kapısında duran Melek Hanımı ve Alimcan’ı görmüyor gibi, bodur çalılara doğru gidiyordu. Arkadan gelen makinist Savaşçı’nın yakasına uzanmıştı ki, subaylardan biri öne çıkarak, maki­nistin kolunu tuttu: “Dur!.. Boş ver!.. Dokunma ihtiyara!” Makinist iki adım gerisin geri çekildi: “Bu adam kim?” Subaya yönelik soruyu vagonun basamağında duran başka bir adam yanıtladı: “Kırım Tatarı!” Elini hınçla kendi kalçasına vurdu makinist, yere tükürdü, basamakta duran adamdan yana dönerek, boğulurcasına konuştu: “Kırım Tatarı ha!.. Bunlar!.. Bunların delisi bile… Yazık!.. Stalin bunların kökünü kurutmadan öldü!..” Savaşçı, açılan kapıdan indi. Yıllar önce sürgün yerine götürülürken vagonda şehit düşenleri gömdüğü çalılıklara yürüdü. “Az sonra Savaşçı çalılar arasındaydı. Başı göğsüne düşük, uzunca bir süre kımıldanmaksın durdu. Sonra eğilerek, üç gülü çalıların dibine bıraktı, dizleri üstüne çöktü, eliyle Haziran yeşili otları okşadı. Otları okşarken fısıltılı bir sesle: “Sizler bu milletin yaşaması için öldünüz… unutulmayacaksınız”, dedi, ve doğrularak, başı hâlâ göğsüne düşük, ağır adımlarla vagona doğru yürüdü.

Vagonun kapısında Melek Hanım bekliyordu Savaşçı’yı. Oğulları Alimcan yolcuların bakışından tedirgin olmuştu. Babasına, “Ayıp, baba! Bu kadar insanın karşısında utandırdın bizi. Rezil ettin bizi el âleme. Vallahi ayıp…”dedi. Annesi Melek Hanım oğlunu tersliyerek sert bir sesle: “Biz mi utanalım?” dedi. “Onlar, bizi haksız yere suçlayanlar… dedelerimizin na­sırlı elleriyle dikilmiş bağ ve bahçelerimizi elimizden alanlar, babalarımızın alın teriyle kurulmuş evlerimizde oturanlar, bizleri çoluk çocuğumuzla yurdumuzdan sürenler utansınlar!.. Sen bunu bilmiyor musun? Bunu bilmiyorsan senin profesörlüğün de, doktorluğun da on para etmez! Onlar utansınlar!.. Özür dile babandan! Kalk, özür dile!”

“Özür dilerim”, dedi Alimcan. Ama Melek Hanımın öfkesi dağılmış değildi. “Bunu senin ağzından duymak çok acı!.. Özür dile!” Alimcan sessizce ayağa kalktı, gidip Savaşçı’nın elini öptü.  İhtiyar Savaşçı’nın davranışını anlamamasını Alimcan’a zorunlu göçün verdiği kendine yabancılaşma olarak görebiliriz. Daha doğrusu yeni kuşak olarak millî tarihlerini çektikleri sıkıntıları unutmuş görünmektedir. Bunları şu şekilde sınıflandırabiliriz: a) İktidarsızlık: Bireyin hali hazır sosyal ve siyasal kurallar allında kendi sosyal ve siyasi dünyasına tesir etme imkânının mevcut olmayışı inancı. b) Anlamsızlık: Bireyin davranış neticelerini yorumlayan ve yargıda bulunmasını sağlayan kesin bir inanç sisteminin eksikliği. c) Normsuzluk: Ferdi davranış üzerindeki sosyal normların gücünü düzenlemede beliren bozulmalar. d)Tecrit:(Soyutlama): Bireyi kendi inanç sistemlerine bağlayan yüksek değerlerden yeni toplumdan ayrılmış olma duygusu. e) Kendine  Yabancılaşma: Bireyin içe ait anlamsızlıktan ziyade, dışa ait beklentiler konusundaki davranış bağımlılığı”[16].

“Tedirgin hava çok uzun sürdü kompartımanda. Ancak akşama yakın bir zamanda Melek Hanım başını kaldırdı, Alimcan’ın yüzüne, Taşıdığımız yükler ağır ya, gene yağıyo­ruz işte; buna şükretmeliyiz gibilerden bir bakışla baktı. Alimcan bunu çabucak anlamıştı; sıradan kalkıp masayı sildi, tuvaletten taze su getirdi, yerlere dökülü gülleri toplayıp vazoya koydu, ve vazodaki Gülnara Hanımın gülleriyle, kompartımanın önceki donuk sessizliği nehirlerin sessizce akıp giden duygusal sessizliğiyle yer değişti. Değişiklik Melek Hanımın önce Savaşçı’nın madalyalı ceketini sırtından çıkarıp askıya asması, sonra da, Alimcan’a büfeden çay getirmesini emretmesiyle duyumsattı kendini. Konuşmadılar ama tren yol aldıkça, baba-ana-oğul biri birlerine her zamankinden daha yakın oldukla­rını hissediyorlardı.” Savaşçı hasta idi. Zaman zaman kalp ağrıları tutuyordu. Çevresinden gizlemeye çalışıyordu. Geceleyin Savaşçı’nm ağrıları tuttu yine. Önce gizle­meye çalıştı Savaşçı. Kırım’a kendilerinden önce dönmüş evlatlığının torunu Çora ile tanıştılar. “Bizim torun Çora!” Melek Hanım da işte o anda tanıdı küçük Çora’yı-Evet, küçük, ince, cılız bir çocuktu Sürgünyeri’nde. Saç­ları bembeyaz doğmuştu. Sürgünyeri’nin kadınları “Üzül­meyin, saçlarının rengi değişir” demişlerdi ama Atik’in ailesi çocuğun saçları sarı kalacağından kuşkulanmıyor­lardı ki, adını Çora koydular. Öyle zayıf, çekingen ve be­yaz saçlı büyüdü Çora. Sonraları çocuğun içinde gizli ya­tan bir güzellik yavaş yavaş kabarıp yüzüne, gözlerine, gitgide beyazlığını yitiren saçlarına döküldü. Gene de Sürgünyeri’ndeki o Çora’yla bu Çora arasında şaşılacak bir değişiklik çarpıyordu göze. Alimcan da, annesi gibi, yedi yıl içinde Çora’nın yüzünde yer alan değişikliği dü­şünürken. Çora, kapı üzerinde gerili beze yazılı kelimele­ri kendi ağzından tekrarladı: “Hoş geldiniz Kırım’a!” Sonra gidip Melek Hanımın ve Savaşçı’nın ellerini öp­tü ve ikisinin koluna girerek, eve doğru yürüdüler. Torunları Kırım’ı Melek Hanıma, ihtiyar savaşçıya gezdirirler. Fakat savaşçı çok hastadır. Köyü Kızıltaş’ta yetim ve öksüzleri gördüğü sürgün gecesindeki meşe ağacının altına uzandığı bir gün sessizce ruhunu Hak’ka teslim eder. İhtiyar savaşçının ölüm anını Cengiz Dağcı şöyle tasvir eder: “Mutluydu Savaşçı. Yiten yılların herşeyi buradaydı: Ayı Dağı, Adalar, eski mezarlığın meşeleri ve karşıda de­niz… Gönlüne yakın, ruhunu ve düşüncelerini okşayan bir yerdeydi. Sürgünlüğün ve hasretin bunca yıl uzama­sına rağmen, onu ayakta tutan, onu hayata bağlayan kök­lerden kopmadığına biraz da şaşıyordu Savaşçı. Başını kaldırdı, uzunca bir süre meşenin dalına buda­ğına daldı. Bakarken, (harikalar harikası!) bir metre kadar yüksekte meşenin gövdesine çakılı paslı iki çivi ilişti gö­züne. Meşenin bir zamanlar gövdesine çepe-çevre çakılı tahta peykeden kalma çivilerdi. Üzüntü duymamak elde değildi. Gözleri yaşarır gibi oldu Savaşçı’nın. Kimler otur­mamıştı o peykeye!.. Kör Veli, Camcı Şevket, Tahtabacaklı Hasan, Süremeci Aslanbek… Daha kimler, daha kimler! Sırtını meşeye dayadı, bacaklarını öne uzattı, gözleri­ni kıstı ve, “Yurtsuz kalmaktansa öleyim daha iyi” diye düşündü Savaşçı. Ama yurtsuz kalmak da, ölmek de kolay değildi. Hiç değilse Savaşçı için ne zamandır içindeki ve dışındaki dünyanın ağırlığı altında kalmasına ve çok yorgun olma­sına rağmen, uyku tutmuyordu gözlerini; tam tersine, gözleri alabildiğine açıktı Savaşçı’nın ve yanında ve yöre­sinde görebildiği her şeyi tıka-basa kendi yüreği içine dol­durmaya çalışıyorda hâlâ. Ama arada cam vardı sanki, ne­reye uzansa yanı başına düşüveriyordu eli; gözleri de şa­şırtıcıydı: bir anda parlatıyor, başka bir anda kör ediyordu dünyayı; öyle ki, bir an is sardı gözlerini, dört bir yanını çeviren saydam camlar buğulandı ve Ayı Dağı’na, Adalar’a. Soğuksu kıyılarına gün ortasında inen akşamın so­ğuk karanlığı çöktü; Savaşçı’nın yüzü de bozuldu; ihtiyar Ayı Dağı’nın rengine girdi yüzü; omuzbaşlarına yükselen ağırlığı devirmek için ayağa kalkıyordu ki, bin ton ağırlığında bir buldozer bastı göğsü üstüne, gözleri daha da açıldı, gözleri açıldıkça isler dağıldı, dört bir yanını çevi­ren camlar şangır-şıngır kırılıp döküldüler, şimşekler çak­tı, gökyüzü allak-bullak oldu, ve aniden kudurmuş gibi, köpüklü dalgalarıyle Soğuksu kıyılarına saldıran -özlem­lerinin Tanrı’sı mı, Zeus’un kendisi mi, kendi ecdadının Valkiria’sı mı bilmediği- bir ejderha çıktı denizin dibinden, ve ejderha Ayı Dağı’nın kalayı katılmış tunçtan kılıcını ve kalkanını başı üzerine kaldırdı ve dağları titreten, deni­zin dev dalgalarını kıyıdaki kayalara çarpıp-parçalayıp binbir kürelerle Soğuksu bağlarının yüzüne serpen bir sesle haykırdı: Gelir günüüüü!.. Yer yarılır gürler ateeeeş! Gelir günüüüüü!.. Bizlere de güler güneeeeş! Bütün gücünü kol ve bacak kaslarında toplayarak bir kere daha ayağa kalkmaya çalıştı Savaşçı. Ama boşunaydı. Yalnız yumrukları sıkıldı ve açıldı, parmaklarını toprağa sarçtı; gözleri daha da açıldı, açıldı, açıldı… Ayı Dağı’na, Soğuksu kıyılarına, Adalar’a bakıyordu alabildiğine açık gözleriyle, ama hiçbir şey görmüyordu; görüntüler süslemiyorlardı artık Savaşçı’nın düşlerini. Savaşçı ölüydü.”

            Yakınları O’nu Kızıltaş’a defnetmek istediler fakat Ukraynalı yetkililer zorluklar çıkarsalar da sonunda doğduğu topraklara ölürken de olsa kavuştu. Melek Hanım, Alimcan’la Özbekistan’a dönerler. Melek Hanım sürgün yerindeki mezarlığı biriktirdiği paralarla onartır. Annesinin sağlık durumunu beğenmeyen Alimcan O’nu da Kırım’a tekrar götürür. Kısa süre sonra yetimlerin, öksüzlerin kimsesizlerin annesi, o güçlü kadın Melek ana da vefat eder. Kızıltaş’ta ebedi eşi ihtiyar savaşçının yanında toprağa verilir.“Kızıltaş derin bir sessizliğe gömülmüştü yine. Ama sessizlik yorucu değildi artık; bir çağrım ötedeki derenin dibinden akan suyun şırıltısı geliyordu torunları Çora’nın kulağına, meşe ağacının dalları arasında serçeler başlamışlardı cıvıldaşmaya, ve -ölümün ne olduğunu bilmedikleri içindi belki-Melek Hanımın sandukasını süsleyen çiçekler eski canlılıklarını ve güzelliklerini bulmuşlardı çocukların yüzlerinde. Çora otobüsten kocaman gitarını aldı, çocukları meşe ağacının gölgesine götürdü, orda yere oturmalarını emretti ve kendisi ayaküstü durarak, daha o gün, Kızıltaş’ın eski Posta ve Telgraf binası önündeki meşe ağacının altında acelece bestelediği yeni şarkıyı okudu çocuklara:

 Geldi yaz, açıldı güller/ Kondu kuşlar dut dalına. /Kızıltaş’ın toprağı güler, /Melek Hanımın çocuklarına.

Ağlama kız. Ağlama oğlan. /Ağrısız olmaz vatan /Biz vatanın ağrısıyız. /Uçtu gitti meleğimiz.

Biz burada yalnız kaldık. /Hey melekler, unutmayın! /Yeni bir ödeviniz var artık.

Ağlama kız./Ağlama oğlan./Ağrısız olamaz vatan/Biz vatanın ağrısıyız.

Şaşılacak bir şeydi! Kırkbeş yıl süresince soluksuz ve karanlıkta kalmış Kızıltaş Çora’nın çocukların şarkılarını, kuşların cıvıltılarını, derenin dibinden akan suyun şırıltısını dinliyordu eskide gibi. Yalnız kuzuların melemesi, Yayla’da çobanın kaval sesi, mezarlıklar­da çiçek fidelerini diken kızlar eksikti. Ama… Ama Kızıltaş canlıydı. Öyle kıpır kıpır. Ağustos akşamlarında meşelerin yaprakları arasından çıkan hışırtı gibi soluyordu Kızıltaş, ve, Kızıltaş’ın dirileceğine aklım ermiyor diyenler kim bilir neler ve neler düşünüyorlardı. Şarkıdan sonra Çora gitarını meşenin gövdesine da­yadı, gidip çocukların arasına oturdu, el ve kol işaretleriyle çocukların daha da kendisine yaklaşıp sıklaşmalarını emretti ve kim bilir kaçıncı kez eliyle karşıki bayırın ötesini göstererek:

 “Orda bir köy vardı, ismi Kızıltaş’tı; anladınız mı?” dedi. “Anladık!” diye bağrıştılar çocuklar. “Köyün ismini bir kere daha söyleyin bakayım.” “Kızıltaş!” diye bağrıştılar çocuklar bir ağızdan. “Hiç unutmayın! Benim elimin işaret ettiği yere bakın! Orda… şu ayıya benzer dağ yok mu? İşte orda, o dağa Ayı Dağı derler. Denizin içindeki o iki yüce kayaya Adalar denir. Adalar’ın önündeki kıyının ismi Soğuksu’ dur. Kıyıyla Adalar arasında, buradan görünmeyen, Eğer-kaya ve Yayman kaya var. O iki kaya çok büyük değil, küçükler; ama onların da isimleri var. Aslında -kimse bilmiyor, yani bizim insanlarımızdan başka çok kimse bilmiyor belki- bu topraklar üstünde her kayanın, her derenin, her bayırın, her tepenin bir ismi var. Bakın, elimin işaret ettiği yerde bir tepe var. O tepenin gerisinde ve Soğuksu’yun az uzağında ise Gurzuf kasabası var. Gurzuf kasabasını bizim dedelerimiz kurdular her şeyiyle… İskelesiyle, sokaklarıyla, kaldırımlarıyla, Ceneviz kalesiyle… dedelerimiz kendi elleriyle kurdular. Gurzuf’un ve Kızıltaş’ın toprakları bizimdi… Bizimdir. Bunu unutmayın. Hiçbir zaman unutmayın. Unutmayacaksınız değil mi?” “Unutmayacağız!” diye bağrıştılar çocuklar.

“Şimdi de asıl öykümüze geçiyorum: çok eski bir zamanda bir Savaşçı yaşıyordu Kızıltaş’ta. Günün birinde cenk çıktı ve Savaşçı hasta babasını ve hasta annesini Kızıltaş’ta bırakıp cenge gitti. Dört yıl savaştı bizim Savaşçı. Üç kez mi, dört kez mi yaralandı; bir keresinde düşmanın kurşunu göğsünden geçip arkada belkemiğinin bir santim kenarından çıktı. Yaralıysa da Savaşçı savaştı durmadan; bu topraklar uğruna kanını döktü; madalyalar kazandı; Sovyetler Birliği’nin kahramanı oldu; korkmaz bir yiğit, eşsiz bir savaşçı dediler ona. Sonra düşman yenildi ve bizim Savaşçı köyüne döndü. Döndü amma… Karanlık bir geceydi; insan namına kimseyi bulamadı Savaşçı Kızıltaş’ta. Evler talan edilmişti; evlerin önünde başıboş hayvanlar böğrüşüyorlardı. Bulabildiği insanlar da ya kurşunlanıp duvar diplerine bırakılmışlardı, ya da ağaçların dallarına asılmışlardı.” “Dinliyor musunuz?” “Dinliyoruz!” diye bağrıştılar çocuklar ve Çora Savaşçı’nın ve Kızıltaş’ın öyküsünü anlatmasını sürdürdü. Gerçekten dirilmiş miydi Kızıltaş? Dirilecek miydi? Bu öykünün yazarı bunu bilmiyordu. Bilemezdi ki! Yalnız bir şeyden kuşkulanmıyordu: dirilirse bile, eski Kızıltaş olmayacaktı. Başka bir Kızıltaş olacaktı. Bu öyküyü yazan yazarın Kızıltaş’ı değil, Çora’nın ve Çora’nın öğrencilerinin Kızıltaş’ı olacaktı.”[17]

Cengiz Dağcı, bu eserindeki “İhtiyar Savaşçı” gibi kendi köyü “Kızıltaş’ta” toprağa verildi (2. Ekim. 2011). Mezarı,  Ayı Dağının eteklerinde. Öldüğü gün (22. Eylül. 2011), defin edileceği toprağı, köyünü özledi mi? Muhakkak. Yoksa bugünleri gördü de mi böyle yazdı. Bilinmez. Bildiğimiz bir şey varsa, 18. Mayıs. 1944 gecesi, top yekûn Kırım’dan sürgün edilen Türklerdeki Vatan sevgisinin onda cisimleşmesi ve gerçeğe dönüşmesidir. İkinci Dünya savaşını takiben batı’ya iltica etmek zorunda kalan yazarımız, sürgün yerine gitmedi ama onların acılarını, soluklarını her nefes kendinde duyarak yaşadı. Yaşamasa, hissetmese bunları yazamazdı. Londra da Yaz Sonu başlıklı yazısında 1946 yılında İngiltere’ye geldiği günleri anlatan şu cümleler bu duygularını anlatır: Porselen kazı koltuğum altına sıkıştırmış durakta otobüsü beklerken eski bir anıyla yüreğim burkuldu: 1946’nın Londrası. Vitrinler ışıksız. Odalar soğuk. Giysiler üstünde mülteci kamplarının kokusu silinmemiş henüz. Ve Soho lokantalarının birinde ben. Boyumu aşan bulaşık tabakları arasında, alnımdaki terleri silerken, boynum bükük, hayali bir dünya kuruyordum yüreğim İçinde. Bağlı bahçeli bir dünya. Kırlarında kelebekler uçan. Çardaklı evlerin saçaklarında serçelerin cıvıldaştıkları bir dünya: İnsanlarının benim dilimde konuştukları Kırım’a benzer bir dünya. Zordu. Ama kurmam gerekiyordu-yaşayabilmem için belki[18]. Biz de, dördüncü bölümü (yazanı şimdilik bilinmiyor) hariç üç bölümü Fatma Halilova tarafından 1966 yılında yazılan “Ey Güzel Kırım” Türküsünün sözleri ile İhtiyar Savaşçı”nın “Sürgünde Yeşeren Vatanı Kırım’a” selâmlar gönderelim:

“Aluştadan esken yelçik (yeller) yüzüme urdu/ Balalığım keçken evge (yerde) köz yaşım tüşti /Men bu yerde yaşalmadım/Yaşlığıma toyalmadım/Vatanıma asret oldum,/

Ey, güzel Kırım
Keze-keze toyalmadım/Çoq yerlerni koralmadım/Nasıl güzel vatanımsıñ/

Ey, güzel Kırım.
Bağçalarnıñ meyvaları bal ile şerbet/Suvlarıñnı içe-içe toyalmadım men,/Yeşil dağlar kuldi maña/Tatar kaytıp keldi saña/Quçağıñnı aç sen maña/Men bu yerde yaşalmadım
Yaşlığıma toyalmadım/Vatanıma asret oldum,/

Ey, güzel Kırım
Yürdim seniñ yollarında seve-seve men,/Vatanımda yaşamağa pek isterim men,/Alıp keldim selam saña/Saña asret milletiñden/Quçağıñnı aç sen maña/Men bu yerde yaşalmadım/Yaşlığıma toyalmadım/Vatanıma asret oldum,/

Ey, güzel Kırım

Bala-çağa Vatanım dep,/Közyaşın töke/Kartlarımız elini cayıp,/Duvalar ete.
Men bu yerde yaşalmadım/Yaşlığıma toyalmadım/Vatanıma asret oldum,/

Ey, güzel Kırım[19]”

[1] Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi (ESTÜDAM) Müdürü

[2] Cengiz Dağcı,  İhtiyar Savaşçı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2005.

[3] Aydın Eşref Şemi-zade, 1944-1945 Kırım Faciası: Çocukların Kaderi (Bahçesaray: Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma İstanbul şubesi gazetesi.) 2009.55-56., s.26-28.

[4] Prof. Dr. Ruhi Yavuz, Göç ve Nevrozlar, (Medikal ve Psikososyal Açıdan Göç Olgusu), (Editör: Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu), İstanbul, 2002, s.58.

[5] Geniş Bilgi için Bkz. Necip Abdülhamidoğlu, Türksüz Kırım Yüzbinlerin sürgünü, Boğaziçi yayınları, 1974,İstanbul.

[6] Cengiz Dağcı, a. g. e., s. 7.

[7] Kruşçev’in Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) Milliyet Yayınları.birinci baskı.1971. II.cilt. s.288.

[8] Kruşçev’in Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) a. g. e., s.288.

[9] Ruşen Keleş- Artun Ünsal, Kent ve Siyasal Şiddet, Cagito Dergisi, Şiddet Sayısı, Ocak, 2007,  s. 94.

[10] Taha Akyol, Politikada Şiddet, Töre Devlet Yayınları,Ankara, 1980, s. 58,60.

[11] Ruşen Keleş- Artun Ünsal, a.g.m.,s.94.

[12] Rasim Bakırcıoğlu, Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü, Anı Yayınları, Ankara, 2016, s. 970.

[13] Rasim Bakırcıoğlu, a.g.e.,s. 973.

[14] Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu, Prof. Dr. Fevzi Samuk, Göç ve Ruh Sağlığımız, (Medikal ve Psikososyal Açıdan Göç Olgusu), (Editör: Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu), İstanbul, 2002, s.40.

[15] Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu, Prof. Dr. Fevzi Samuk, a.g.m.s.41.

[16] Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu, Prof. Dr. Fevzi Samuk, a.g.m., s.43.

[17] Cengiz Dağcı, a. g. e. s., 202.

[18] İbrahim Şahin, Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri,T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 1996,s. 534.

[19] M. Niyazi sezgin, Ey Güzel Kırım, Sürgünde Yeşeren Vatan, İstanbul.1998.

Yazar - Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlginizi Çekebilir

MİLLET DAVASI NEDİR?(2)

Mustafa Temizer Dava: Ülkü; amaç edinilen, ulaşılmak istenen şey; idealdir. Dava adamı: Bir ülkü uğruna …