“HARF  DEVRİMİ”NDEN SONRA  GELEN “DİL DEVRİMİ”(KÖŞE YAZISI)

SÜLEYMAN KOCABAŞ

ARAŞTIRMACI-YAZAR

[email protected]

“HARF  DEVRİMİ”NDEN SONRA  GELEN “DİL DEVRİMİ”

AMAÇLARINDAN OLARAK   “İSLAM MEDENİYETİNDEN KOPMAK” VE “MODERN SEKÜLER –LAİK BATI MEDENİYETİNE GİRMEK” TEN  İTİRAFLAR ELEŞTİRİLER VE ANALİZLER

                BİRİNCİ BÖLÜM

“Uydurukça Yeni Bir Dil İcadı”yla Yüzyıllardır   Yazıp  Konuştuğumuz  “Yaşayan Türkçemiz” i  Topyekun Tasfiyeye Yönelik  “DİL Devrimi” nin Başlaması

     Bu yazımızda,     “Doğu İslam Medeniyetinden Kopmak” ve “Modern Seküler – Laik Batı Medeniyetine Girmek” ten Olarak İtiraflar, Eleştiriler ve Analizler” başlıklı yazımızda  bahsettiğimiz bunlardan aynı minval üzere itiraflar. eleştiriler ve analizlerden olarak, “Harf Devrimi” nin ardından gelen  “Dil Devrimi” yle yapılmak istenenlerden  bahsedeceğiz.

       Tarihimizde “Harf ve Dil Devrimleri” hakkında hep  şunlar yazılmış ve söylenmiştir: “Atatürk olmasaydı  Harf ve Dil Devrimleri  yapılamazdı. Atatürk bunların öncüsü olmuştur.”

      1928’de Arap alfabesini kaldırarak yerine Latin alfabesini  almak, ihtilaller ve inkılapların ıstılah veya terim anlamlarından olarak maziden beri yaşananları devirip yan yatırmak, tepe takla etmek ve yerlerine  yepyenilerini  koymaktan olarak  “Harf Devrimi” tabiri  buna tıpa  tıp uymuş, tam anlamıyla bir devrim olmuştu. Adı geçen devrimden sonra, dilimizin yeniden yapılandırılmasına yönelik çalışmalardan olarak  tarihinin ve gramerinin (dil bilgisinin)  yazılmasına mutlaka ihtiyaç vardı. Bunlar için “Dilde Reformu” denilebilir.  Neden “Reform” denilir? Çünkü, dilde “süreklilik” olduğu ve zaman içinde “tekamül” le geliştiği için  “Devrim” olmazdı. Bu bakımdan, Atatürk’ün başlattığı işin başında “Dilde Reform” denilmesi gereken buna “Dil Devrimi” demek yanlıştı. Çünkü dil toplumda sürekli yaşayan kültür unsuru olduğu için devrimle  topyekun tasfiye edilip,  yıkılıp onun yerine yepyeni bir dili koymak mümkün değildi. Dillerin yaşayan kanunlarına ve dil bilgisi ilmine aykırı idi. Bu satırların yazarı olarak ben kullanılması bizde  etik ve ilmi olamayan “Dil Devrimi” tabirini sürekli tırnak içinde kullanmayı tercih ettim.  “Harf Devrimi” elbette bir “devrim” idi. Ama  dil için bunu kullanmak yanlıştı.

     “Harf Devrimi” gibi “Dil Devrimi” nin de bu işin başlangıcında tam bir ihtilal ve inkılap olacağına dair Atatürk’ün Sadri Maksudi  (Arsal) ’ın 1930’da yayınladığı “Türk Dili İçin” kitabına yazdığı “Takdim” yazısında kullandığı şu ifadeleriyle kendisini göstermişti: “İstiklalini kazanarak kendisini boyunduruktan kurtaran milletimiz, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır.”

        Atatürk’ün bu görüşü   dil ilminin gerçekleri de göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapılacak olunursa gerçekten “talihsiz” bir görüş olmuştur. Bu görüşe,  kanaatimizce  Atatürk’ün asıl mesleği “askeri kişiliği” de damgasını vurmuş, bu haliyle “askeri terminoloji, stratejik ve taktikler” dışında tamamen bunlardan apayrı bir terminolojisi ve yapılanması  olan dil konusuna bu askeri tabirlerle teşhisler koymak ve yaklaşmak doğru değildi.

       Mustafa Kemal Paşa’nın  kendisi “İstiklal Harbimizin  Başkomutanı” olmaz sebebiyle de “kurtuluş savaşları”   verilerek  zaferler kazanmak suretiyle,  İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Ermeni askerlerinin işgali boyunduruğundan kurtulmayı  dil konusuna da  kıyasla, dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimeleri de bu düşman askerlerinin işgaline  benzeterek, düşman askerlerini ülkemizden kovup “siyasi istiklalimiz” i kazandığımız gibi, adı geçen dilerden alıp 1000 yıldan  beri konuşup yazdığımız kelimelerin atılmasını   bu sefer de  “dil – kültür – manevi istiklalimizi kazanmak” a  kıyas ve tevil edilmesi,  askerlik-savaş alanın dil alanından apayrı  bir alan olması sebebiyle bu görüşün serdedilmesi külliyet yanlıştı. Bu yanlışlıktan  Atatürk’ün kendisi de daha  sonra “Dil Devrimi” nin ilerleyen yıllarında  İçinde hiçbir Arapça ve Farsça kelime bulunmayan “Uydurukça Dil İcadı”nın tutmayacağını görerek bundan  geri dönmesi onun bir “erdemi” olarak değerlendirilecektir.   Geri dönecektir; zira, tarihte ve günümüzde dünyada hiçbir milletin tarihinde böyle bir yapılanma hiçbir zaman yaşanmamış, bu yanlışlığa düşüş kısa bir zaman diliminde yalnızca Türkiye’de yaşanmıştır. Böyle bir yapılanmanın , dil ilmine aykırı olduğunu ihtilaller ve inkılapların kanunlarına da  uymadığını  bir önceki “Harf Derimi” ni konu alan yazımızda detaylarıyla  anlatmıştık.

     “Harf ve Dil Devricileri”nin  amaçlarından olarak, ikisi “ulusal” birisi “uluslararası” boyutta  buna şu üç ana  sebep  “milletimize verilecek  zararlar hanesi” ne yazılacaktan olarak  damgasını vurmuştu:

        1-Dil ilminin ve ihtilaller – inkılapların  kanunlarına uymayan “kuru-sıkı ve hamasi bir milliyetçilik anlayışı- duygusu” yla  dilimizdeki bütün Arapça ve Farsça kelimelerin  atılarak, Türkçeyi “öz Türkçeleştirmek” veya “arı – saf  dil haline getirmek” ten olarak  tam bir “devrim” özelliği taşıyacak  yepyeni  bir dil icat etmek,

       2- “Milliyetçilik” amacından sonra  “Batılılaşmak –Laikleşmek amacıyla da, Arap alfabesinin kullanımdan kaldırıldığı  gibi, dilimizdeki  Arapça kelimeleri de  “Bunlar Arap kültürünün  taşıyıcısı ve istila unsurlarıdır” olarak değerlendirilmesi  sonucu  bunların da topyekun tasfiyesine gidilmesi isteği,

       3-“Harf ve Dil Devrimleri”nin, “uluslararası boyutları” ndan” olarak milletimize verdiği en büyük zararlar, alfabe ve dil değişikliği  ile bilerek (Komünist  Rusya ve Kapitalist Batılı  emperyalist büyük devletlerin  içte ve dışta görevli “yabancı ve  yerli işbirlikçi  unsurları” ajandalarının etkisinde)  veya bilmeyerek, bu bilmeyerekten olarak adı geçin devrimcilerimizin birer “yerli unsurlar” olarak içine düştükleri  gaflet, dalalet ve cehalet eseri olarak, alfabe ve dilimizi topyekun  değiştirilmesi isteğinin “uluslararası boyut” ta  en büyük iki  zararları:

           a-Doğu Türk Dünyası (Orta Asya Türkleri ve Azerbaycan) ile  Orta  Doğu ve Balkanlar Batı Türk dünyasının alfabe ve dil birliğinin  ortadan kaldırılması ile uğranılan büyük zarar,  Komünist Rusya Emperyalizminin işine yaramış, böylece adı geçen iki Türk dünyasının kültürel – siyasi birliktelik oluşturarak adı geçen emperyalizmi yıkmalarına fırsat verilmek istenilmemiştir.   Bunu iyice takviye için, 1937’de Sovyet Diktatörü Stalin’in emriyle   Azerbaycan’da kullanılan  Latin (Bu ülkede yapılan “Türkoloji Kongresi” nde  Rusya’nın güdümündeki komünistlerin de desteğiyle 1926’da Arap Alfabesi kaldırılarak Latin alfabesine geçilmişti)  ve Orta Asya Türlerinden Arap alfabesini kaldırılarak  yerlerine  Rusya’nın milli alfabesi  Kiril alfabesini getirmiş,  eğitim dili olarak da okullarda Rusçanın kullanılması  yürürlüğe konulmuştu. Bunlara, Rusya’da gerek Çarlık döneminde ve gerekse Komünist dönemde, “Türlerin alfabelerini ve eğitim dilini Rusça yapmazsak  onları kendi içimizde asimile edemeyiz” politikası damgasını vurmuş, bunun yıkıcı etkileri 1990’larda Rusya’da Komünizm çöküp Türk devletleri bağımsızlıklarını kazanana  kadar büyük ölçüde kendisini göstermişti.

           b-Cumhuriyet döneminde Halifeliğin kaldırılması, Harf ve Dil Devrimleriyle  gelen süreç yanında “Dinde Reform yapıyoruz” denilerek,  “din dilinin  de Türkçeleştirilmesinden “ olarak ezan ve salaların Türkçeleştirilmesi, Arap –İslam dünyası ile olan kültürel birliğinin bozulmasına,    Arapların bunları,    “Türkler için bir şirk ve İslam’dan çıkma” olarak değerlendirmesine yol açarak 1000 yıl süreyle kendisini gösteren  kültürel ve manevi olarak “Türk –Arap Birliği” ne büyük bir darbe vurmuştu.   Arap dünyası yanında  İslam dünyasıyla da olan kültür birliği bağları  koparılmıştı.  Bu da İngiliz –Fransız Kapitalist emperyalizmine (daha sonraki yıllarda Amerikan  emperyalizmine)   hizmet etmiş, özellikle  de 20 – 21 asır boyunca Arapların petrollerine ve bunlarla elde ettikleri Dolar sermayelerine hükmetmek  için  Türk- Arap düşmanlığı sürekli körüklenmiş ve kullanılmıştır.

       “Dil Devrimi”nin 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’nin (daha sonda adı Türk Dil Kurumu olacaktır)  kurulmasıyla birlikte yine Atatürk tarafından başlatılmasıyla birlikte, bunun “ilk dönemi” ni kapsayan 1932- 1934 zaman dilimine, Falih Rıfkı Atay, İsmail Habip Sevük’’ün vb.  hatıralarında anlattıklarını göre, yine Atatürk’ün düşüncelerine de bunlar hakim olduğu ve hatta emri bizzat kendisinin verdiği halde   şu yol takip edilmişti:  “Dilimizdeki birer istilacı unsurlar olan bütün Arapça ve Farsça kelimeleri  atarak, dilimizi millileştirmek  amacıyla yerlerine öz Türkçe kelimelerden olarak halk dilinde kullanılmaya devam edilen  Türkçe kelimelerin derlenip  kullanılması  yanında (bunun için iki cilt “Tarama Dergisi” çıkarılacaktır) ,  Orta Asya Türk dili lehçelerinden  de  derleme kelimeler kullanarak  ve bunlar yetersiz kalırsa, yeni kelimeler icat ederek (masa başında uydurukça kelimeler yapmak)  dilimizin arıtılmasını  denemeye başlayacağız. Deneme başarılı olursa devam ettireceğiz, olmazsa bundan vazgeçeceğiz” yapılanması hakim olmuştu.  Sanki, dünyada “saf dil” varmış gibi,  “sıfırdan” başlayacak olan bu “yeni   dil icadı” na yaşını  başını almış duayen ve üstat “Dilde Sadeleştirme Dönemi” nin (1840 – 1922)  şair ve yazarları destek vermedikleri için,  buna destek verenlerin  çoğu dilci, dil uzmanı olmayan, sınıflamada ikinci ve üçündü  derecelere bile giremeyecek ehliyetsiz ve liyakatsiz  kimseler destek vermişlerdir. Buna, biraz da “Atatürk’e yaranmaktan, art niyetlerden  olarak onu kullanmaktan”   bir kısmının milliyet ve  meşrebi Türk olmayan  (Yahudi  dönmeleri, Masonik ve Marksist zihniyetlere  sahip, ateist,  Misyoner ruhluların vb.) kimselerin “Dil Devrimi” ni biraz da toplumumuza kendi ideolojilerini hakim kılmaktan olarak “işin bahanesi” yapılanmasıyla  kullanmak suretiyle  dil konusunda da milletimizi mazisinden koparmak ve özellikle de  kendi  inanç ve yaşayışlarıyla  hiç de “Türk Milliyetçisi  olmadıkları” halde, milliyetçilikleri  yalnızca “dil milliyetçiliğine inhisar ediyormuş” gibi, yapılanların “dilimizi millileştirmek”  yanında, milletimizi, üstelik de  “celladına aşık olmak” kabilinden  “Seküler –Laik Modern Batı Medeniyetine sokmayı kolaylaştırmak için ”  yapıldığına dair çoğu hissi, hamasi, ilmilik ve aklilikten uzak,  militanca ve jakobence olan bir kısmını  aşağıya alacağımız  görüşlerinin yorumlarını yazımızı fazla uzatmamak için sizlere  bırakarak şöyle sıralayacağız:

       Reşat Feyzi (Atatürk dönemi yazarlarından) :    “Yeni bir memleket, yeni bir rejim davasını kökleştirmek için çalışıyoruz.  Muhitimizde,  kafamızda, hislerimizde  her şeyin Türk olmasını istiyoruz.  Son Türk inkılabı (Dil Devrimi) bunun en canlı misalidir.  Dil inkılabı bir nevi manevi inkılaptır… Dilimizdeki bütün yabancı sözleri istisnasız çıkarıp atmalıyız.” ( Reşat Feyzi, Uyanış, Servetifünun Dergisi, 18 Mayıs 1933, Sayı 294, s. 233)

       Mehmet) Şeref (Atatürk dönemi Edirne milletvekili, – muhtemelen Yahudi dönmesi- içinde “Türk Milletinin  yeni dini  Kamậlizmdir” ifadeleri bulunan  “Kamậlizm” kitabının yazarı );Bütün bu Arapça ve Farsça  sözlerden yakamızı kurtaramayışımız, alışkanlıktan ve görenekten ileri geliyor. Artık çok iyi anlamamız gerekir ki, Türk dili, o gibi Arapça ve Farsça  sözleri istemiyor.” (Mehmet Şeref, Dil İşi Savaş İster, Hakimiyeti Milliye Gazetesi, 12 Aralık 1933)

      Tekin Alp (Asıl ismi Moiz Kohen olduğu halde bunun yerine müstear adı olarak “Tekin Alp”i kullanan   II. Meşrutiyet, Atatürk ve İnönü dönemlerinde  din yerine “millilik, milliyet” koymaktan olarak Türk milletine yeni doktrinler ve ideolojiler pompalamaya çalışan ve bu cümleden olarak bir diğer çalışması  “Kemalizm” kitabının yazarı Siyonist Yahudi): “Türk milleti, İslamyet’i kabul ettiğinden beri, yavaş yavaş kendi kültürünü kaybetmiş,   Peygamber’in ve  Kuran’ın kültürünü benimsemişti.  Din kitapları yolu ile nüfuz eden Arap kültürü ve Arap edebiyatı dili ile beraber, tabiatiyle Arap alfabesini de almıştı. Türk milletini, modern telakkilerden uzak bırakan ậmillerden biri budur…

     Türklere¸asırlarca müddet dil vazifesi görmüş Osmanlıca, Türk’ün kanına en çok susamış, İmparatorluğun inhitat (gerileme) devrinde onu esirliğe mahkum etmiş en büyük iki düşmanın, mutlakıyet   ve teokrasinin   eseriydi.  Osmanlıca, içinde Türkçe kökten pek az kelime bulunan Arapça ve Acemce kelimelerin bir halitası (karışımı) idi. Arapça kelimeler, şeriat tarikiyle (İslam yoluyla) lisana zorla girmişti…

        Milletin ruhunu keşfetmekle ve şuurunu uyandırmakla işe başlamak,  onu asırlardan beri boyunduruk altında tutun manevi kuvvetlerden tamamen kurtulmak lazımdı. Bunun içindir ki bu ideal, ancak İstiklal mücadelesinin başlangıcından beri, Kemalizm tarafından tahakkuk ettirilen inkılaplar sayesinde (Harf ve Dil İnkılaplarından  olarak da) sayesinde  ve ancak  bu suretle dilin millileştirilmesi  zamanı gelmişti.” (Tekin Alp, Kemalizm, Cumhuriyet Gazetesi Matbaası, İstanbul, 1936. s. 109 ve  161 – 163) 

        Agah Sırrı Levent ( yazar, TDK üyesi ve yazmanı):   “Sadeleşme isteyenler haklı idiler. Çünkü medeniyet  “Dünyası çoktan milliyet çağına girmişti.  Yabancı dillerin egemenliği altında  milli dil şuurunu kaybetmiş olan milletler hangi safhalardan geçmişler ve dillerini yabancı bağlarından  temizlemek için nasıl harekete geçmişlerse, bizim de o yolda çalışmamız gerekiyordu.

        İşte Cumhuriyet devrinin bir devrim (Dil Devrimi) hamlesiyle eriştiği merhale bu oldu. Büyük Türk devriminin kabul ettiği iki ana prensipten birisi  millileşmek, öteki de Batı medeniyeti dairesine girmekti. Bütün sosyal kurumlar bu ana prensibe göre ayarlanacak, kültür nizamı  bu esaslar üzerine kurulacak; dil meselesi de böyle çözülmüş olacaktı.” (Agah Sırrı Levent, Dil Devrimi Üzerine kitabında Dilde  Özleşme Hareketinin Tarihçesi yazısından, s. 18)

         Melih Cevdet Anday (edebiyatçı yazar):   “İslam uygarlığına  girdiğimiz zaman yaptığımız işi, bugün laik ve çağdaş uygarlığa  girdiğimiz içinde  yapmak zorundaydık.  Okullarımızdan Arapçayı, Farsçayı  kaldırdığımıza göre, dilimizdeki Arapça, Farsça sözcükler de tutunamazdık artık.” (Dilimiz Üzerine Konuşmalar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1975, s. 43)

         Ömer Asım Aksoy (yazar, dilci, TDK üyesi ve yazmanı):  “Dildeki laiklik, dinin dile karışmamasıdır… Bu durum dilin ulusallığı ilkesine de, bağımsızlık ilkesine de, devletin laiklik ilkesine de ters düşmektedir. Bundan dolayı dilde din dilinin egemenliği bulunmamalıdır.” (Türk Dili Üzerine Konuşmalar, Ö.A. Aksoy’un Gelişen ve Özlenen Dilimiz  yazısından, s. 89)

         Nurullah Ataç (edebiyatçı, ateist  yazar, İsmet İnönü’nün kültür baş danışmanı, gazeteci, TDK üyesi, “uydurukça dil şampiyonluğuyla” tarihimize “Türkçenin anasını ağlatan” olarak geçen yazar):  “Devrimci miyiz? Gerçek devrimci miyiz? Kapatacağız geçmişi.  Yeni benliği edininceye kadar, eski divanları okumayacak,  eski musikiyi çalıp dinlemeyeceğiz. Gün gelir, yeni benliğimiz kurulur, gelişir, yerleşir.” (Nurullah Ataç, Günce 1953-1955, YKY, İstanbul, 2005, s. 196)

        “Dil bir medeniyet olayıdır.  Bir medeniyetin kurduğu dil başka bir medeniyetin  düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus medeniyetini değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.  Bunun içindir ki,  biz Türkler, 150 yıldır dil sıkıntısı çekiyoruz. Avrupa medeniyetinden öğrendiğimiz birtakım şeyler var onları Türkçe söyleyemiyoruz, açıkça söyleyemiyoruz.”(Ulus Gazetesi, 9 Kasım 1951)

        “Bizim bu gayemizi (öz Türkçecilik) , çabamızı basit bir iş olarak görenler, anlamayanlar var.  Mesele şu  kelimeyi bırakıp şunu kullanmadan ibaret sanıyorlar.  Öyle değil.  Her kelimenin bir tarihi vardır. Tarihi kelimeler toplumu tarihe bağlar. Biz yeni bir medeniyete başladık, eskiye ait kelimeleri bırakarak yeni medeniyeti yeni kelimelerle kurmak istiyoruz. Dolayısıyla  bizim yaptığımız işin küçümsenecek, hafife alınacak yönü yok.

         Dil tartışmaları  duracak elbette bir gün.  Batı acunu (dünyası) içinde  edindiğimiz düşünceleri, yeni görüşleri, yeni yaşayışı söyleyebilecek bir duruma  geldiği gün kendiliğinden duracaktır. Ancak o gün dil devriminin artık  durduğu da düşünülmeyecek, kullanılan, yazılan dil tâ eskiden varmış gibi gözükecek, bugünkü çeşidinden dil tartışmaları olmayacaktır.”(Nurullah Ataç, Dil Devrimi, Cumhuriyet, 26 Eylül 1951)

         “Dil devrimi, bir devrim geçirmiş, geçirmekte olan bir toplumun düşüncelerini, duygularını,  ,  bildirmeye bir araç  araması demektir. Düşüncelerde, duygularda, görüşlerde bir devrim olmuş, ne ile belirlenecek?  Ancak yeni bir dille belirlenebilir.   Bizim eski dilimiz,  eskiden kullandığımız Arapça, Farsça sözler  bizin eski düşüncelerimizi, duygularımızı, görüşlerimizi gösterebilirdi; onlar değiştikçe onları gösteren  sözler de elbette değişir…

         Devrimlere diş bileyenlerin  dil devrimine de saldırmalarını anlamıyorum.  Ama kendilerinin devrimci olduklarını söyleyenlerin  dil devriminden yana olmamalarını, dilimizi değiştirmeden de  toplumu değiştirebileceğimizi sanmalarını anlamıyorum.” (Ulus Gazetesi, 15 Ağustos 1956)

         Suat Erginer (yazar):   “Dil Devrimimizi, Batı medeniyetiyle ilgili olarak  ele alındığı zaman bizi, tabii olarak, şu hükme ve sonuca ulaştırır: Dil Devrimimiz tarihsel bir olaydır. Bizim içine girdiğimiz Batı medeniyetinin idealine ulaştıracak araçların en önemlisi olduğuna göre, geri kafalıların,   merhamet uyandırmaktan daha ileri geçemeyen bütün gürültülü  feryatlarına bakmayarak,  olgunlaşma yolunda gelişmeye devam edecektir.” (Suat Erginer, Batı Medeniyeti ve Dil Devrimimiz, Türk Dili Dergisi, Sayı 22, 1953, s. 33)

         İsmail Müştak (Mayakon) (Sultan Abdülhamit’in katiplerinden):  “Dil İnkılabı onu (Türkçeyi) Türk  milletinin maddi ve manevi bünyesine uygun bir kıyafet haline sokacaktır. Artık dilimizin  harîminde  kiracı gibi oturmaktan kurtulacağız. Arapça ve Farsçanın esiri değil,  Türkçenin emîri  olacağız.” (İsmail Müştak, Öz Dilimizi Sevmek, Milliyet, 9 Kasım 1934)

         Mehmet Selahattin (yazar):  “Osmanlıca köle bir dildi. Efendi kölesini nasıl ki istediği gibi oynatırsa, Arap ve Acem de,  eski Osmanlıcadaki Türkçe sözlerden birçoğunu, kendi dillerinin kalıbı içine alıp benliklerinin hamuruyla yoğurdular… 600 yıl kira evlerinde dolaşıp kendisine göre ne bir il ne de bir dil edinemeyen ‘mirasyedi’ Osmanlıdan bir toplu iğne bile istemiyoruz.” (Mehmet Selahattin (Güngör), Süs Değil Söz İsteriz, Milliyet, 21 Aralık 1934)

     “Kılığımızın içi gibi dışı da değişti.

      Dilimiz de değişecektir. Bugüne değin yaptıklarımızı ilk önce kendi aramızda konuşup anlamak, ondan sonra bunu yarının çocuklarına anlatmak için  tek yol budur. Fıstıkla Şam baklavası, baharatlı İsfahan pilavıyla bozulan kursaklarımızı bundan sonra Türk kaynaklarının  demir sularıyla yıkayacağız.

     Bu iş güçtür.

      Bu işin inişi çıkışı çoktur.

    Bu uğurda çok yaralı ve ölü verilecektir. Bunları biliyoruz.” (Mehmet Selahattin, Bu da Olacak, Milliyet, 21 Kasım 1934)

        Hüseyin Kâzım  (yazar)“İstiklal Savaşı, yurt ve budunu (milleti) kurtardığı gibi dil savaşı da bizi öz dilimize ulaştıracaktır.

    Dil deyip geçilen bir budunun (milletin)  ayırdım (farklılık) ve yaşayış temeli dildir. Bütün bilgiler dil yapısı üzerine kurulur ve serpilir. Öz bir dili olmayan bir budun bilgiyi benimseyerek kendilik buluşlarda bulunamaz.” (Hüseyin Kazım (Özdil), Öz Dilimize Doğru Dergisi, Eylül 1934, s. 1-2)

        Mümtaz Faik (yazar)  :  “İstiklal Harbi nasıl yekpare (tek vücut)  bir vatan yarattıysa, dil inkılabı da  dil bakımından yekpare bir millet vücuda getirir…

      Hakiki Türkçe için yaptığımız bu inkılabı, bütün memlekete salmamız (yaymamız) lazımdır. Onun için, inkılabın kökleşmesi için Türk vatanında bir tek dil hâkim olmalıdır.  Bizden olanların bizim dilimizden başkasını kullanmalarına göz yummamalıyız…” (Mümtaz Faik (Fenik), Türkçeyi Tamim Edelim, Milliyet, 27 Eylül 1934)

  1. Behzat (yazar):İstiklal Harbiyle ecnebi tahakkümünden kurtulan Türk milleti, elbette dilini Arap, Acem boyunduruğu altında bırakamazdı. Dil Kurultayı, bu zinciri kırmak için, Türk milletinin benliğinden doğan ikinci bir istiklal hareketidir.” (S. Behzat, Gençlik Dil Değişmesi Önünde Neler Duyuyor? Milliyet,  4 Aralık 1932)

      Mehmet Saffet Arıkan ve diğer bir öz Türkçeleştirilmiş adı Arın Engin: (Yazar,  Atatürk dönemi Kültür Bakanı, TDK başkanlarından, Kıbrıs göçmeni ve muhtemelen dönme, üç ciltlik  “Kemalizm  İnkılabının Presipleri” kitabının yazarı))“Dil Devriminin iki temel özelliği vardı:  Birincisi,  Türk dilinin bir anadil olduğunu ve yeryüzündeki birçok dillere kaynak görevini yaptığını belirtmek, (Güneş –Dil Teorisi ile ileri sürülen ve ispatlanamayan görüş), ikincisi de,  bütün Türklük için  tek kültür bağı olan öz Türkçeyi yerleştirip Arapça ve Acemcenin törel (geleneksel)  köleliğinden kurtarmak ve fesahatçılıktan  (Osmanlıca taraftarı)   öz Türkçeye, Saray ve medrese dilinden  kendi öz dilini dönmektir.” (Arın Engin, Atatürkcülük Manifestosu,  Atatürkcülük Kültür Yayınları, Atatürkkent (İstanbul), 1963, s. 5)

         “Hiç unutmam , bir akşam Atatürk, ‘Eskiyi (Osmanlıcayı)  temelinden  dinamitle söküp atmalı ki, yerine yenisi (öz  Türkçe) kurulabilsin’  buyurmuşlardı.  Bu söz, onun  topyekuncülüğünün (dilimizi tamamen bir arı dil haline getirmek) melezcilik düşmanı oluşunun ve dilde de ırkçılığının  en güzel kanıtıdır… Bu Öz Türk topraklarında  bundan böyle yalnız Öz Türkçe, Öz Türklük egemen olacaktır.  Atatürk bizi,  Osmanlılık zindanından  kurtulma yolunu açmıştır.” (Arın Engin’in adı geçen kitabımdan, s. 2)

           Prof. Dr. Orhan Fuat Köprülü (Mehmet Fuat Köprülü’ nün oğlu):  “Büyük Gazi, o zaferi  tamamlayan İstiklal Harbi ve onu sağlamlayan bir takım azametli inkılaplardan sonra bizi yeni bir zafere, yani bir inkılaba, daha açık bir tabir ile, manevi istiklale de kavuşturuyor.  İslam medeniyeti dairesine girdikten sonra türlü amiller tesiriyle gerileyici bir tekamül takip ederek istiklalini  kaybeden, yabancı boyunduruğu altına giren Türk dilini  o boyunduruktan kurtarmak için âdeta umumi bir seferberlik emri veriyordu.” (Dilimiz Üzerine Konuşmalar kitabından, s. 139)

       Türk Dil Kurumu’nun dergisi Türk Dili Dergisi’nin yorumu ve görüşleri:    “Türkçeyi özleştirme,  sözlüksel düzeyde kalan bir olgu değildir. Özleştirmecilik, genelde düşünsel ve duygusal bir değişimin dile yansımasıdır.  Şöyle de söylenebilir: Dilimizin söz varlığını yenileştirme yolu ile toplumumuzun düşünsel ve duygusal yerini değiştirmedir.  Bu etkileşi,  daha doğrusu bütünleşim bir kağıdın iki yüzü gibi birbirinden ayrılmaz.” (Türk Dili Dergisi, Sayı 334, s. 8)

“HARF DEVRİMİ”NDEN “DİL DEVRİMİ” NE…

İKİNCİ BÖLÜM

Batıdaki “Dil Reformları” İle  Türkiye’deki “Dil Devrimi”nin Karşılaştırılmalı Kısa  İzahı

      “Atatürk İnkılapları”nın kaynakları neler olmuştur?” sorusu sorulduğunda, buna verilen cevabın “ana ekseni” ni  Avrupa’da XVI  asırda ortaya çıkmaya başlayan Rönesans –Reform hareketleri ve  1789 Fransız İhtilali ile gelen “seküler-laik ihtilal ve inkılap örnekleri” yanında, felsefi, doktriner ve ideolojik  bir tercih olarak da  19.asırda kendisini gösteren Fransız Filozofu Auguste Comte’nin   “Pozitivizmi” ( Tanrı  ve ahret fikrinin tasfiyesi ile insanının Comte’nin şahsında daha müşahhas olarak   tanrılaştırılması)  olmuştur. Atatürk de zaten birçok kereler dile getirdiği görüşlerinden olarak   “Benim rehberlerin  Fransız İhtilali  ve Pozitivizm olmuştur” demiştir.  Onun şu sözü Pozitivizm’in  felsefesine tıpatıp uymaktadır: “İlhamımızı  gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan aldık.”

     “Dil Devrimiz” de, “Avrupa dil reformlarını (Dil devrilecek bir kültür unsuru olmadığı için Avrupalılar buna hiçbir zaman “Dil Devrimi” dememişlerdir. Bu yanlışlık Türkiye’de olup bitenlere özgü bir hastalık olmuştur)  “taklitçilik” ten hem de dil  ilmine  uymamak yanında onların yapılış şekline  uymaktan da  “kötü bir taklitçilik örneği” olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bundan da kısaca  bahsetmek gerekecektir.           

          Dünya tarihinde  Avrupa kıtasına, Ortaçağ’da buradaki bütün milletlerin pagan –putperest  dinlerini terk ile  Hıristiyanlığı kabullerinin  ardından Asya’da da  kendisini gösteren  İslamiyet’in  doğmasıyla birlikte  birçok millet (genelde, Araplar, Farslar, Türkler, Urdular, Puştiler) pagan –putperest dinlerini terk etmeleri sonucu, her iki kıtaya da bu iki dinin     inanç, siyasi, kültürel ve yönetim anlayışının hakim olması  sonucu “ümmet sistemi”      yapılanma olarak damgasını vurmuştu.

      Konumuz dil bahsi olduğu için, yazımızı fazla uzatmamak için Atatürk döneminin sağduyulu dilcilerinden ve Atatürk’ün “Dil Devrimi” ne “sınırlı destek” verdiği, bir birçok kereler eleştirilerde bulunduğu halde,  İsmail Habip Sevük’ün Avrupa ve Asya’da  aynı zaman diliminde yaşanan Hıristiyanlık Ümmet sistemi ile İslamiyet ümmet sistemlerini özellikle de dillerin bu sistemlere göre yeniden yapılandırılmasından  olarak  tıpa tıp bir benzerlik  takip ettiklerine dair veciz ve kısa olarak izah edilen şu görüşlerine  yer vereceğiz: “ Avrupa dilleri çeşitli ırkların kaynaşmasıyla meydana geldi ama, o kaynaşmayı yoğuran Hıristiyanlıktır. O dillerin kültür kaynağı da ‘Antikite” denen  eski Yunanca ile Latinceye dayanıyor. (İslam medeniyetinde ise, kültür kaynaklarının Arapça ve Farsça dilleri olması benzeri). Bugünkü Avrupa medeniyetinden Hıristiyanlıkla  Antikiteyi çıkarınız, o medeniyet tamtakır kalır. (Bizde İslamsızlaştırma ve Arapça –Farsçanın topyekun tasfiyesi istekleri gibi).

    Avrupa’da Hıristiyanlık bin yıl Latinceyi ilim dili (İslam ümmet siteminde Arapçanın ilim dili olduğu gibi)   diye kullanarak  ‘garp skolastiği” ni yaşattı.  Yalnız skolastik medeniyet  mücerretti, sathi, hacım değildi. Avrupa ancak 16’ ıncı asır Rönesansıyla  Yunan ve Latin’e ulaşacaktır ki, ilim ve sanatta hacme kavuştu.  Biz bin yıl önce Müslümanlığa girdik. İslamlık  da Türkçeyi yeni baştan yoğurmaya başladı. (Hıristiyanlıkta ilim dili Latincenin yoğurucu dil olduğu gibi İslamlıkta da Arapçanın ilim dili olarak yoğurucu dil olması)  İslamlıktan da  ‘şark skolastiği’ kurulmuştu. Bu skolastik medeniyetin de müşterek bir  ilim dili (Arapça) var. Batıdaki Latincenin rolünü Arapça oynuyor. Buraya kadar hep Avrupa’daki gibi…

     (Asya’nın) bin yıllık heybetli şereften olarak  Avrupa’dan üstünlük tarafı başlar. (İslam ümmet sisteminin ilme  değer verdiği ve  buna değer vermeyen ve her şeyin Roma’da oturan Katolik dünyasının başı Papa’nın inhisarcılığına  bağlı  Hıristiyanlığın  Ümmet sisteminden farklılığı ile gelen İslam dünyasının yeni medeniyet atılımları). Eski Yunan’dan bin yıl müddetle kopan garp skolastiği  satıh kaldığı halde şark skolastiği eski Yunan iminin yolunu bulduğu için  Abbasiler döneminde bütün Yunan klasiklerinin  Arapçaya çevrilmesi olayı ile klasik Yunan ilmi buluşlarına yeni  ilavelerin yapılmasıyla yaşanan atılım)  ilim cephesinde hacim oldu.  Avrupa Rönesansı Yunanı şarkın bu hacmiyle bulabilmişti.  Bu İslam medeniyetinde en büyük rolü   Türk milleti oynuyor (Türkler, 9’ uncu yüzyılın başlarından itibaren Müslüman olmaya başlamalarıyla  birlikte Araplardan ve Farslardan sonra İslam medeniyetinde üçüncü  bir unsun  olarak  yaklaşık 1000 yıl süreyle bu medeniyetin başrollerinde oynayan  öznesi olmuşlardır)  Biruni, Farabi,  İbni Sina gibi  dehalarımız garbı nurlandırdı (Bunların kitapları Ortaçağ’da Avrupa dillerine  çevrilerek  üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuştu).  Bin yılın İslam medeniyetindeki heybetini anlamak için ‘İslam Ansiklopedisi’ ne bakmak yeter. (Batılıların kendilerinin yazdığı ve bizim de dilimize çevrilen bu ansiklopediyle  yaklaşık 1500  yıllık İslam medeniyetinin heybeti Batılların kendi itiraflarıyla da  dile getirilmiştir).  Evet bin yıllık (Türklere inhisar edeni 1000 yıl) medeniyetimizdeki heybetli şerefimizi bilelim. Başka Milletler   habbelerini kubbe diye şişirirlerken biz  kubbeler kubbesi  şerefimizi habbe yapmamayız…

         Türkçeden bütün  yabancı kelimeleri atmak isteyen “tasfiyeciler”  (Dil Devriminde aşırıcılar) İslam Medeniyetindeki bütün kültür hazinesine  dokunduklarının farkında mıdırlar? Ne Türk Milleti bin yılın ötesine gidebilir, ne Türk dili bin yılın kendine alıp  benimsediği kelimeleri atabilir. Türk milleti ‘dili dilimdir, dini dinimdir’ dedi. Halkın sesi hakkın sesidir. Bu, hepimizi birleştiren ses, yani bayrak ses; milletle dil, gövde ile can gibi birinden ayrılmaz.  Asırlar boyu başka ırklardan  gelip milletimizde kaynaşan, yüz binlerce değil, belki milyonlarca biz olanı biz olmaktan nasıl atamazsak, dilin kendine mal edip vatandaş edindiği kelimeleri de atamayız. Bunun imkansızlığı  bir tarafa, bu dava dil ilmine karşı da  bir meydan okuyuştur. Evet ilme karşı da… Bütün ırkiyat    mütehassıslarında (uzmanlarınca) hiçbir saf ırk olmadığı gibi bütün dünya lisaniyat mütehassıslarınca da  hiçbir saf dil yoktur.” (İsmail Habip  Sevük, Dil Davası, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1949, s. 39 – 40)

      Avrupa’da Rönesans – Reform hareketleri ve 1789 Fransız ihtilaliyle yaklaşık 1000 yıllık Hıristiyanlık ümmet  sistemine   son verilirken,  yeniliklerden diğer bir çeşit olarak da  bir ırka dayalı “millet sitemi” ne geçişin “ulus devletler” yapılanmasında  İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca vb.(19 asında  ise, “Balkan Milliyetçiliğinden” olarak da  Bulgarca, Romence, Sırpça, Macarca vb  dillerinde de  yapılan reformlar da dahil)  dilerinin de “Dil Reformları” na (Dikkat ediniz “Dil Devrimleri” denilmiyor. Çünkü dil devrimle yıkılıp yerine yeni bir uyduruk dil konulacak kültür unsuru değildir. Bilerek veya bilmeyerek yalnızca bizde “Dil Devrimi”ni kullanmak hatasına düşülmüştür) maruz kalmışlardır.  Bu dilerdeki reformlar hareketlerini  özünü “dilin de millileştirilmesi” teşkil ettiği halde, dünyada  her dil başka dillerden kelimeler ve terimler alıp bunları kendi ses uyumuna (fonestik)   göre uyarlayıp   malı sayılmıştır.  Adı geçen Batı dilleri,  kendilerini Hıristiyanlığın  ümmet- din –ilim dili olan Latincenin aşırı etkilerinden kurtarmak yanında, birbirlerine etkilerinden olarak da  (İngilizlerin  İngilizceyi Fransızcanın, Almanların Almancayı Fransızcanın, İtalyancayı  İtalyancayı  Latincenin aşırı etkisinden kurtarmak için) başlayan dil reformları hiçbir zaman “dillerdeki yabancı kelimelerin  topyekun tasfiyesi” ne  “Hıristiyanlığın suçlu gösterilmesi” ne dönüşmemiştir. Bu halleriyle  adı geçen dillerin  kelimelerinin  % 60—70 ini Latince teşkil etmiştir.  Avrupa milletlerinin, Hıristiyan olarından kaynaklanan “Dilimizi de  Hıristiyanlığın esaretinden kurtarıyoruz” gibi bir “psikoz ve sendrom” un içine  de düşmemişlerdir. Biz ise Avrupa’da dil konusunda  olup biten bütün bunların tersi olmuştur.

     Batı’da dillerde “topyekun bir tasfiye” nin yaşanamayacağına dair fikirlerini,  ünlü Alman edebiyatçı  yazarı Goethe “Bir dilin kudreti, kendisine yabancı olan kelimelerini atmasında değil, onları yutup sindirmesinde kendisini gösterir. İfade etmek istediğim duyguyu bir yabancı kelime karşılıyorsa, hiç tereddüt etmeden alır kullanırım ve  o kelime de Almanca sayılır.” (Prof. Faruk Kadri Timurtaş, II. Dil Kongresi ve Akademi, Türk Muallimler Birliği Yayınları, İstanbul, 1969, s., 7) şeklinde dile getirirken ünlü Fransız edebiyatçı yazarı  Littré de   “Eğer Fransız dilinden eski Yunanizm ve  Latinceyi çıkarırsanız Fransız dili diye bir şey kalmak” (Timurtaş, II.Dil Kongresi ve Akademi, s. 16) haklı ve ilmi görüşüne  yer  vermiştir.

       Bu halleriyle hiçbir Batılı millet, dillerindeki  Latince ve Yunanca kelimelerin varlığını, “kendi dilerini boyunduruk altına alan, kendilerini geri bırakan ve manevi istiklallerini yok eden” olarak görmemişlerdir. Daha da önemlisi, Avrupa’da yapılan ardı arkası gelmeyen  bütün yenilikler ve ihtilallere rağmen  Latincenin bütün Batılı milletler için   “ortak bir ilim dili olarak kullanılması” kararı alınmıştır ki, bu  günümüzde bile yürürlükte olan bir uygulamadır ve Avrupa dışında da bir çok milletin “ilmi kelime ve terimleri” dili olarak Latinceyi kullanmasıyla birlikte bu kullanım “uluslararası bir boyut” bile kazanmıştır.

       “Kurtuluş için bizden ileri bir medeniyet olan Modern Batı medeniyetini  taklit  ediyoruz, Batılılaşacağız” derken bizim “Dil Devrimcileri” nezdinde Batıda olan “Dil Reformları” nda yapılanların   tamamen tersi yapılmış, bu bizi bir çeşit “Batılılaşacağız derken batırmaya götürmekten” başka bir işe yaramamıştır.   Çünkü, bir milletin  kullanılan alfabesi ve yaşayan dili o  milletin mazisindeki bütün kültür unsurlarını ve medeniyetini  geleceğe taşıyan en önemli kültür köprüleridir.  Bu sebepten birçok sağduyulu ilim adamı,  edebiyatçı yazar ve devlet adamı “Geçmişi ile geleceği arasında kurulan köprüleri  atan ve geçmişi ile bağlarını  kesen milletlerin geleceği olmaz” görüşüne yer vermişlerdir.

“HARF DEVRİMİ” NDEN “DİL DEVRİMİ” NE…

ÜÇÜNÇÜ BÖLÜM

Atatürk’ten Günümüze “Dil Devrimi” yle “Dilde Topyekun Tasfiyecilikle”  Gelen  “Uydurukça Dil İcadı” na  Eleştiriler – Tepkiler ve Analizler

        1-Atatürk Döneminde Eleştiriler ve Tepkiler:

     Atatürk, dil konusunda kedisine itirazcı- muhalif olan ve  dilde Sadeleştirme hareketiyle gözde ve klasik eserlerini verenlerle   “Dil Devrimi” ni yapamayacağından,   Falih Rıfkı Atay ve   Başkatibi  Hikmet Bayur’un hatıralarında yazdıklarına göre de  kendisi de “dil bilgini –dil uzmanı” olmadığından bu işe “dil uzmanı olmayanlar” la yapmaya başlamıştı.

    “Dil Devrimi” nin başlangıcı kendisini, Falih Rıfkı Atay’ın hatıralarında anlattığına göre, Atatürk’ün emriyle  içinde  Arapça ve Farsça hiçbir kelime bulunmayacak şekilde “uydurukça dil icadı denemesi” yle  başlamış, bunun deneme kabilinden ilk uygulama  alanı, Atatürk’ün sofrası ve gazetelerin köşe yazarlarının yazıları seçilmişti. Atatürk, sofrasının müdavimlerinden  “yeni dil” le   birer  nutuk hazırlayıp okumalarını istemiş, gazete köşe yazarlarından da yazılarını öz Türkçe  ve uydurukça yeni kelimelerle  yazmaları emrini vermişti. Bu “deneme”ye Atatürk’ün kendisi de katılmış, 1936’ya kadar olan kutlama telgrafları, TBMM’nin açılış nutukları ve Çankaya köşkünde yabancı devlet adamlarını kabullerinde  hep uydurukça kelimeler kullanmıştı. Buna bir örnek verilecek olunursa   İsveç Veliaht Prensi Gustav Adolf’u  3 Kasım 1934’de Çankaya köşkünde  kabulü sırasında söylediği nutkundan bahsedebiliriz.  Atatürk, bu  nutkunda uydurukça kelimelerden olarak şunları kullanmıştı: Tükel, özgü, yanku, itki, yaltırık, özence, bitin, ate, özlük, ıssı, önürleme, kıldacıl, anıklamak, büktün, acu, söyüne, baysal, genlik, eksürmen, altes, tüzün, gönenç. Atatürk, 1927’de “Nutuk”unu içinde Arapça ve   Farsca kelimelerin ağırlıklı olarak bulunduğu Sadeleştirme dönemi  dili ile yazmıştı. Kullanmasını denediği “uydurukça  dil” ile yazmaya çalışsa bunu yazamazdı. Yazsa bile kimse bir şey anlamayacağı için  tutmaz , kitap satılmazdı.  Daha sonraki yıllarda “Nutuk”un  “Söylev”e çevrilerek  bu isimle çıkan aşırı uydurukça  kelimelerden ibaret Nutuk kitaplarının az satılmasıyla  bu kendisini göstermişti.

       “Dil Devrimi”nin 1932- 1934 zaman dilimine bu uydurukça dil salgını damgasını vurduğu halde,  Falih Rıfkı Atay, İsmail Habip Sevük, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,  Ahmet Cevat Emre, Prof. Abdülkadir İnan’ın hatıralarında    yazdıklarına göre, Atatürk adı geçen denemeden en sonunda bunu başarısız bularak  1935 yılından itibaren bundan vazgeçmişti. Bunun itiraflarından olarak    Falih Rıfkı Atay’a : “Çocuğum beni dinle, Türkçenin  hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını  tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dil bu çıkmazda bırakılır mı? Bırakılamaz. Biz de  çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakamayız” (Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili Belgeler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1992, s. 302) sözlerini sarf ederken,  Ahmet Cevat Emre’ye de  “Dilde ve Musikide İnkılap olmaz” demişti. (Ahmet Cevat Emre. İki Neslin Tarihi, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1960. S. 338).  Böylece Atatürk de  “İstiklalini kazanarak boyunduruktan kurtulan milletimiz  dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” sözünün yanlışlığını kendisi de böylece itiraf etmiş, bundan geri dönmüş  oluyordu.

       Atatürk döneminde dilde yapılan hatalar ve bunların zararları, bütün bu olup bitenlerin içinde yaşayan “duayen ve üstat” denilen Sadeleştirme dönemi diliyle edebiyatımızın gözde ve klasik eserlerini yazmış  bir kısım yazarlar tarafından şöyle dile getirilmiştir:

       Falih Rıfkı Atay:“ (“Dil Devrimi” günlerinde) müfrit (aşırı) tasfiyecilikle onu, kekeler bir basitliğe indirgiyorduk.”(Ülkü Dergisi,  Sayı 43, Eylül 1936, s.21, Atay’ın  “Dil Kurultayı” yazısından)

       Halide Edip Adıvar: “Dilimize giren ve Türkçeleşen Arap  menşeli (kaynaklı) kelimeleri bir Arap hakimiyeti gibi görmek yanlıştır. Nasıl ki,  Garp milletleri,  bugün kendilerine  nispeten siyasi bir kuvvet  ifade etmeyen Yunanlıların harsını (kültürünü) , ortadan kalkmış olan Romalılardan  Latin alfabesini ve  ıstılahlarını (terimlerini)  almış olduklarını söylerlerken, şereflerine halel (zarar)  geldiğini  hiç hatırlarına getirmezler.” (Mehmet Eröz, Türk Kültürü Araştırmaları, Kutluğ Yayınları, İstanbul, 1977, s. 185)

      “Dilimizin  ‘hür ve  uzvi  inkişafı’na (gelişmesine) mani (engel) olan ‘Kurumca’ (TDK’na inhisar eden uydurukça Kurumca dili) )  veya halkın ‘Uydurukça’  adını verdikleri dili, çocuklarımıza öğretmeye  devam ettiğimiz müddetçe  Türkçe edebiyat yaratılamamasındaki  diğer sebepler üzerinde durmaya lüzum kalmayacaktır.” (Mehmet Eröz’ün adı geçen kitabından, s. 53)

       Celal Nuri:    “Anglosaksonlar (İngilizler-  Amerikalılar), dillerindeki Latince kelimeleri ‘bunlar bize yabancıydı’ diye atsalardı, bu dilleri  ‘balıkçı lisanı’ olarak kalırlardı.” (Celal Nuri Türk İnkılabı, Kaknüs Tarih Yayanları, İstanbul, 2000, s. 229)

       Yusuf Ziya Ortaç:   “Yaşayan Türkçeyi,  geçmiş asırların mezarlığına sürüklemek isteyenler,  kelimeleriyle maziyi eşeleye eşeleye, her gün, etleri dökülmüş kafatası, parmakları dökülmüş el kabilinden  kelime iskeletleri çıkararak önümüze attılar: İşte bunlarla konuşacaksınız!

     Bugün, Türk dilini hiçbir sanatkar yoktur ki, tezgahında bu kelimeleri kullanacak bir cümle dokusun… Fakat maarifin mektep kitapları, baştanbaşa bu ‘piç kelimelerin’ salgını altındadır.” (Yücel Dergisi, C.I, Mart 1939’dan)

       Vâlâ Nurettin: “Dil değişmesi büyük adımlarla ilerliyor.  Size bir misal vereyim:  Bir buçuk yıl kadar önce  ‘Kaybolan Sevgili’ diye bir roman yazdım.  Sonra bunu, ‘Savaştan Barışa’ diye  öz Türkçe ile yazdım.  Bugün aynı romanı  öz Türkçe ile yeniden  yazabilirim ve dil itibariyle  üçü de birbirinden başka olur. Kısa bir müddet içinde bu kadar değişen dilimiz, eğer bu hızla devam ederse, şüphesiz 30 yıl sonra bambaşka olacaktır.” (Röportajlar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1997, s. 125)

        Halit Ziya Uşaklığil:  “Son  günlerde nasılsa elime  kırk sene evvel yazılmış bir eserim geçti.  Bunu gözden geçirmek istedim.  Sabrın ve azmin silahlarını takınarak  bundan beş on sayfa okudum. Kendi kendime: ‘bu gün yazsaydım elbette daha iyi olurdu’ dedim.  Asıl lisanımdan eza duydum… Süs merakı bize neler yaptırmış; ne mânâsız ne sebepsiz iptilalara yol açmış!  Bugünün telakkisiyle bunu izah etmek oldukça zor bir iş…” (Yaşayan Türkçemiz, C.III, Tercüman Gazetesi Yayanları, İstanbul, 1980, s. 125

      Ahmet Hamdi Tanpınar:  “İnkılapların taraftarıyım ve dil meselesindeki ifrat (aşırı tasfiyecilik ve uydurukça  dil haline gelmek)  hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem.” (Ahmet Hamdi Tanpınar,  Seçmeler, YKY, İstanbul, 1992, s. 310)

       2-Atatürk’ten Döneminden Sonra Eleştiriler ve Tepkiler:

      Atatürk’ün ölümünden sonra 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün dönemine (1938 – 1950) gelindiğinde ise, Prof. Mehmet Fuat Köprülü’ nün görüşlerinden olarak anlattığına göre “Cumhurbaşkanı İnönü dilde ‘Atatürk’ün yapamadığını ben yapacağım’ yanlışlığına düşerek” (Nihat Sami Banarlı,  Fuat Köprülü ve Türk Dili, Meydan Dergisi, 2 Ağustos 1936) Atatürk’ün hayatta  iken vazgeçtiği uydurukça dile geri dönmesi, Yaşayan Türkçemizin  geleceği için yeni bir talihsizlik olmuştur. 1940’lı yılların başlarından başlayarak 12 Eylül 1980 Darbesi günlerine kadar bu yapılanma,   Türk Dil Kurumunun  çoğu dilci olmayan, ehliyetsiz – liyakatsiz kadrolarına inhisar ettiği ve 1960 -70 ‘lı yıllarda ise bu kuruma “çoğu Komünist Rusya’nın güdümünde ve emrinde” denilen, uydurukça dil taraftarları  “Marksist kadrolaşma” da damgasını vurduğu halde, her yıl artarak devam eden “uydurukça salgını” ile dilimiz Cumhuriyet döneminde “en karanlık günleri” ni yaşamıştır. Bizde bu süreçte,  Tanzimat’tan beri kendisini göstermeye başlayan ve Cumhuriyet döneminde atak yapan yönetime hakim “Kapitalist Üstyapı Devrimcileri” yle,    20”inci  asrın  ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve Cumhuriyet döneminde atak yapan   “Komünist Altyapı  Devrimcilerinin” nin “yabancı modeller  taklitçiliği” nden olarak   “ortak paydaları”   hep,  “Toplumumuzu İslamiyet’ten  ne kadar çok uzaklaştırırsak  kendi devrimlerimizi yapmakta  o derece başarılı oluruz” olmuştur. Bu uğurda “Harf ve Dil Devrimleri” de birer “İslamsızlaştırma” vasıtası olarak her iki  devrimciler tarafından olabildiğince  kullanılmıştır.

     İnönü döneminin uydurukça kelime-dil imalinde kültür başdanışmanı  Nurullah Ataç  ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel başrolleri  oynamışlardır.  Uydurukça dile kendisi dil uzmanı olmadığı halde Nurullah Ataç’ın masa başında uydurduğu kelimeler damgasını vurmuş, çoğu bu kelimelerden ibaret “uydurukça  dil”   ilk defa İnönü döneminde  resmi uygulamalara  da   aktarılarak 1924 Anayasası  Cumhurbaşkanı ve Milli Şef İnönü’nün emriyle   1945 uydurukça dille yeniden yazılmış, en fenası, bu dille orta dereceli okullar ders kitaplarının yeniden yazılması olmuştur. İnönü ve Yücel, üniversite ders kitaplarının da  uydurukça  dille yazılması için İstanbul Üniversitesinin Anayasa Ordünaryüs Profesörleri Ali Fuat Başgil ve Sıddık Sami Onar’a baskılar yapmışlar, bunlar, “uydurukça dille üniversite kitabı yazılamaz” diye bu istekleri geri çevirince onların tepki ve düşmanlıklarını kazanmışlardır.

     İnönü dönemi ve onu takip eden dönemlerde  uydurukça salgını ile dilimizde   yaşanan devasa buhranları, bir kısım sağduyulu yazarlarımız ve ilim adamlarımız eleştiriler ve tepkilerinden olarak şöyle dile getirmişlerdir:          

          Burhan Felek ( Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı) :  “Sipariş üzere imal edilmiş kelimelerin millete zorla kabul ettirilmesi ve gençlerin de tasvip ettiklerinin ileri sürülmesi gülünçtür… ‘Uydurukça dile karşıdırlar’ diye Türk münevverlerini (aydınlarını) irtica (gericilik) ile  ithama (suçlamaya) yeltenmek abestir (faydasız).” (I. Dil Kongresi Kitabı, Türkiye Muallimler Birliği Yayınları, İstanbul, 1948, s. 161 – 162)

         Cevdet Kudret (edebiyatçı yazar) : “Halktan koparsanız ‘Aydınlar Dili’ oluşturmuş olursunuz.” (Uydurukçayla Osmanlıda olduğu gibi ‘iki dilli” hale geliş.)” (Cevdet Kudret, Dilleri Var Bizim Dilimize Benzemez, Bilgi Yayanları, Ankara, 1986, s.39)

         Prof Dr. Sabri Esat Siyavuşgil (İstanbul üniversitesi öğretim üyesi): “Yıllarca süren ve birçok değişik safhalar arz eden ve sonunda milletin kesesinden  milyonlara mal olmasına rağmen tam bir fiyasko ile  neticelenen resmi dil hareketimiz acaba  milli kültürümüz için çok daha hayırlı bir istikamet alamaz mıydı? Buna kestirme bir cevap vermek güçtür. Devlet otoritesinin desteklediği böyle bir hareket, ihtirassız  ve vehimsiz bir mecraya girmiş olsaydı icabında bilgisine ve zevkine güvenip aşırı ve fuzuli  emel ve kaprislere  boyun eğmeyecek kimselere tevdi edilseydi, bir dilin ne demek olduğu ve nasıl geliştiği bilinseydi, hasılı sağlam ve temkinli bir çalışma, sabırlı bir araştırma, ilmi usullere bağlılık, kelime ırkçılığından içtinap, içtihada hürmet,  aceleciliğin ve fantezinin, taassubun ve baskı ibtilasının  yerine geçseydi, bugün hiç şüphe yok  bu yolda sarf edilmiş milyonların pek az bir kısmıyla, ortaya hepimizin iftiharla takdir edeceği bir eser konmuş olurdu.

    Fakat ne yazık ki, böyle olmadı. Pek çabuk kelime ırkçılığı ile topyekun  tasfiye  ve aynı zamanda aşırı bir uydurmacılığa saptığı için resmi dil hareketi, ne halkı ne de münevverleri  memnun edebildi ve böylece  milletin rıza ve  muvaffakiyetinden  mahrum kaldı.” (Yeni Sabah, 23 Haziran 1950)         

      Prof. Dr. Mehmet Kaplan (İstanbul Edebiyat Fakültesi edebiyatçı öğretim üyesi – dil uzmanı) : “Türk milletinin asırlardan beri kullandığı kelimeleri Öztürkçe  değildir diye genç nesillerin kafalarından silmeye çalışırsanız en değerli kültür eserlerinizi tahrip eden dil güvelerisinizdir. Onlarla savaşmak Milli Mücadele kadar kutsaldır.” (Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil,  Dergah Yayınları, İstanbul, 1976, s. 266)

      Munis Faik Ozansoy: (gazeteci yazar, Başbakan Demirel’in Kültür Müsteşarı)  “Dilimize yapılan saldırı yeni bir Haçlı Seferidir… Dilimizi hakir görmekle manen soysuzlaştık. Dilimiz kabile dillerine döndü.” (Türk Dili İçin V, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,  Ankara, 1972, s. 57 – 58)

      Nihat Sami Banarlı (Edebiyat hocası, edebiyatçı  yazar): “Uydurmacılık hayal gücünü öldürüyor. Bu bir dil züppeliğidir.” (Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1987, s. 137)

       Peyami Safa (edebiyatçı yazar): “Yabancılaşma ve özleşme arasındaki çatışma Türkçenin iki ana hastalığıdır.” (Peyami Safa, Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, Ötügen Yayanları, İstanbul, 1976, s. 265)

      İsmail Habip Sevük (edebiyatçı yazar) : “Uydurmacılık hamaratlıktır… Orta Asya dil ve lehçelerine dönmek ölüleri diriltmeye çalışmak gibidir.” (İsmail Habip Sevük, Dil Davası, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1949, s. 68)

       Atilla İlhan (edebiyatçı –gazeteci yazar):  “Devrimciler lehçesi (uydurukça dil) ile  dilimiz budanıp kuşa çevrildi.”  (Yeniden  “iki dilli” hale gelişi vurgulamak.)” (Cumhuriyet, 5 Mayıs 2005)

        Prof. D. Necmettin Hacıeminoğlu: (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi edebiyatçı –dilci öğretim üyesi): “Türkiye’de en yaygın ve bulaşıcı  hastalıklardan biri ‘uydurmacılık’tır… Önce uydurmacıların  hüviyetini açıklamak gerektir. Bunlar iki gruba ayrılırlar:

         A-Hainler grubu,

         B-Cahiller grubu…

    Uydurmacılığın öncülüğünü yapan hainlerin hüviyetini şu tarzda tespit etmek mümkündür:

        a-Komünistler,

        b-Türklükle alakası olmayan kozmopolitler,

        c-Beynelmilel teşkilat ve güçlerin emrinde çalışan İngiliz, Yahudi, Çin ve Moskof ajanları,

        d-Milli mazimiz ve kültürümüze düşman olup, topyekun Batı kültürünü benimsememizi isteyen aşırı inkılapçılar, hümanistler.

      Gafillere gelince: Gafiller maalesef, sayıca hainlerden  daha çok ve daha zararlıdırlar. Çünkü robot gibi güdülür, kukla gibi oynatılabilirler.  Bunlar da çeşit çeşittir. Ancak hepsinde ortak olan vasıf vardır, o da cehalettir.  Hiçbiri dilin mahiyetini,  gerek insan ile  gerekse cemiyet ve millet ile münasebetini bilmezler. Hepsi Türkçenin yapısından, tarihi gelişmesinden, milli kültürümüzün zenginliğinden ve Türk dilinin milli hayatımızdaki öneminden habersizdirler.” ( Prof. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, Polat Ofset, Ankara, 1972, s. 133 – 134)

       “Uydurukça ile Türkçenin zayıflatılması sınırlarımızda fırsat kollayan Avrupa dillerinin istilasına kapı açıyor.” ( Hacıeminoğlu’nun adı geçen kitabından, s. 54 – 55)

         Refiğ Cevdet Ulunay (gazeteci yazar)  “Dilimize yapılan suikast hiçbir milletin  dilinde görülmemiştir.” (Faruk Kadri Timurtaş, II.Dil Kongresi ve Akademi,  Türkiye Muallimler  Birliği Yayınları, İstanbul, 1969, s. 16)

            Prof. Dr. Hüseyin  Naili Kubalı: (İstanbul Hukuk Fakültesi öğretim üyesi) “ Öztürkçecilik adına yapılanlar, Demokrasiye  ve Anayasamıza aykırıdır.” (II.Dil Kongresi ve Akademi Kitabı, s. 16)

            Ahmet Kabaklı: (Edebiyat hocası, edebiyatçı – gazeteci yazar) “Dilimizi yıkanlar,  I. Dünya Harbinde devletimizi yıkanlardan daha büyük kötülük yapmışlardır.” (Türkiye Gazetesi, 16 Ağustos 1992)

           Necip Fazıl Kısakürek: (Edebiyatçı –şair yazar) “Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim, / Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim. / Oysa halis Türk benim, bunlar, işgalcilerim, / Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.” ( Yavuz Bülent Bakiler, Sözün Doğrusu, Yakın Plan Yayınları, İstanbul, 2012, s. 100)

           Prof Dr. Ahmet B. Ercilasun: (edebiyatçı –dilci öğretim üyesi,  1980 sonrası Türk Dil Kurumu Başkanı)  “Uydurmacılık, yaşayan dili tamamen yok ederek yerine yepyeni bir dil icat etmektir. Milli, ilmi ve pratik olmayan bu öztürkçecilik  hareketine yakışan  isim ‘uydurmacılık’ tır.  Uydurmacılık ise,  gayri milli, gayri ilmi ve pratik bakımdan  zararlı bir akımdır.” (Ahmet B. Ercilasun, Dilde Birlik, Akçağ Yayanları, Ankara, 2015, s. 117)

“HARF DEVRİMİ”NDEN “DİL DEVRİMİ” NE…

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Olup Bitenlerin  Kısa Analizi

        Gerek “Harf Devrimi” ve gerekse “Dil Devrimi” ile gelen “dilimizdeki topyekun tasfiye” nin geniş analizini  “Harf Devrimi” nin yapılmasını konu alan 22 Ağustos 2023 tarihli yazımızda  yapmıştık.  Bu sebepten yazdıklar7ımızı  burada tekrar etmeyeceğiz.  Bunlara  ilave olarak bazı  yorumlar ve değerlendirmeler yapacağız.

        Tarihte farklı  coğrafyalarda ve farklı toplum yapılanmalarında  ortaya çıkan çeşitli  medeniyetler birbirlerinden etkilenmişlerdir. Nasıl ki farklı dillerin birbirlerinden kelimeler alarak etkilendikleri gibi. Bu bakımdan özellikle medeniyetlerde “etkileşim” söz konusu olup, bu kendisini  “medeniyetin, medenileşmenin  kanunlarından” olarak  “sentezleme”  şeklinde gösterir. Bir medeniyet diğer  bir medeniyetten etkilenip kendisine yeni unsurlar alacaksa, bu kendisini “topyekun inkar” anlamına gelmez. Kendi medeniyet değerleri ile etkilendiği medeniyet değerleri arasında bir “sentezleme –harmanlama” yaparak yeni atılımlarını yapar.

       Türk milletinin medeniyet tarihinde “Türk –İslam Sentezi”, Türk Milletine tarihinde en büyük medeniyet atılımı yaptırarak yepyeni bir “Türk –İslam Medeniyeti” ni doğurmuştur.  Türkler, 9’uncu asrın başlarından itibaren  Müslüman olup İslam Medeniyetine girmeye başladıklarında kendi kadim “Orta Asya Medeniyetleri” ni  “İslam medeniyetine giriyoruz” diye, onun “topyekun” olarak tasfiye yoluna gitmemişler, “Medeniyetlerin  atılımlar yapmak kanunları” na uygun olarak  kendi milli, örfi kültür ve değerlerinden İslam medeniyetine aşılamalarla yeni bir  “Kültür ve Medeniyet sentezi” yaparak  bunun  sayesinde 5000 yıllık tarihlerinin  “zirve yapılanması” dan olan Selçuklu – Osmanlı  devletlerini kurarak 1000 yıl süreyle hem İslam dünyasına hem de Avrupa Hıristiyan dünyasına hükmetmişlerdir.

        Tarihimizin Cumhuriyet Dönemine (1923 – 2023) gelindiğinde ise, Batı-Amerikan ikilisinin  ilimde ve teknolojide yapılan atılmaları gücüne dayanan,  bu “süper güç” yapılanmasının “şaşaası” karşında kendi kadim medeniyetlerinin “geri bir medeniyet” olduğu iddiasıyla bundan “aşağılık duygusu” na kapılan bir kısım sivil –asker aydın ve bürokratlarımız, Türk milletini “yeni bir medeniyet yörüngesine sokmak davaları” uğrunda  “Medeniyetlerin atılımlar yapmak kanunları” na ” uymamaktan  olarak kendi kadim medeniyetleri ile Modern Seküler –Laik Bakı medeniyeti arasında bir “sentezleme” yapma yoluna (Batının yalnızca bütün coğrafyaların malı olan ilim ve teknolojisini alıp bunlara kendi buluşları damgasını da vurarak)  gitmemişlerdir. İslam’ın ve Selçuklu –Osmanlının medeniyet  mirasını  “topyekun tasfiye” ile en ilken medeniyet anlayışlarından birisi olarak “sıfırdan yeni  bir medeniyet anlayışı ve inşası” yala  toplumumuza  Modern Batı medeniyetini getirmek sevdasına düşmüşler ve bu uğurda da birer maziden-geçmişten koparmak projesi olarak yazılarımıza konu olduğu halde “Harf ve Dil Devrimleri” ni de bu uğurda  kullandıklarını açık açık itiraf etmişlerdir. Bu halleriyle:

         1-Sömürgeci ve yayılmacı Batının (1950’ne sonra devreye Amerika da girdiği halde)   emperyalist büyük devletlerinin sömürgelerinde yaptıklarını, bilerek veya bilmeyerek onların içimizdeki “yerli işbirlikçileri” ymiş gibi kendileri      yapmışlardır.

        2- Salt olarak, “Türkiye’yi Batı Medeniyetine  sokmak davaları”, çok yanlış seyirler takip ettiği için  Cumhuriyetin ilanının  100’üncü yıldönümü günümüz Türkiye’sinde bile bizi    bölgesinde ve dünyada süper güç yapmaktan alıkoymuştur.

        3-“ ‘Dil Devrimi’ İle Gelen ‘Dilimizin Devrilmesi’  Hakkında Yabancı İlim Adamlarının Görüşleri” başlık üç bölüm halinde yazdığımız yazılarımızın ana fikrinden olarak, sağduyulu yabancı ilim adamlarının, bizim  sağduyulu ilim adamlarımız ve yazarlarımız gibi “Dilimizin haline yabancıların da ağlamasından” olarak “ Dil Devrimcileri dillerini  kendi elleriyle katlettiler” değerlendirmeleri de yeniden okunup dikkate alınırsa olup bitenlerin vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

       4-Dünyanın hiçbir yerinde  tarihte ve günümüzde dil konusuna devlet, siyaset adamları, politikacılar, hele mesleği askerlik olan komutanların karışmaları ve onu kendi “toplum mühendislikleri” ne alet etmekten  doktrin ve ideolojileri uğrunda kullanmaları  dil ilmine aykırıdır.  Dil ancak  dil uzmanları, ilim adamları  ve  edebiyatçı  yazarlarının nezdinde,  yalnızca onların ellerine bırakılarak gelişir ve tekamül eder.  Dil ilmine  aykırı olarak bunun tek kötü örneği bizde, Türkiye’de yaşanmıştır.

        5-“Dil Devrimcileri”nin “Dilimizi ve kültürümüzü İslam ve Osmanlının manevi esaretinden kurtulalım” derlerken bu sefer de hem de “celladına ậşık olmak” yapılanmasından olarak  kendilerini Modern Seküler –Laik Batı medeniyetinin  “manevi esaretine kaptırmaları”  bizi Batılılar gibi ilim ve teknolojide atılımlar yapmak şöyle dursun, Batı’nın ilim ve teknolojisinin kötü bir taklitçilik ve montajcısı olarak bırakmıştır. İlimde ve teknolojide  yeni buluşlar yaparak uluslararası (Nobel ödülleri benzeri) ödüller alacak şekilde bir ilerleme ve icatlar kendisini göstermemiştir. Dünyada 500 üniversite içine girecek üniversitelerimiz yok gibidir. Dillerde hiç olmaması gereken “Dil Irkçılığı” ile dilimiz budana budana “Kuşa – Nasrettin Hoca’nın leyleğine benzetilmesi”  veya “etleri döküle  döküle bir deri bir iskelet” halini getirilişinin sonuçları ancak bunları doğururdu.

       6-Daha da önemlisi, “Dil Devrimcileri” nin dikkate alamadıkları ve hesabını yapamadıkları bir halleri de,   Modern  Seküler – Laik Batı Medeniyeti, birçok  Batılı filozof, ilim adamı tarafından  insan ve tabiatın kanunlarına uymadığı, yalnızca insanın “maddi dünyası ve  yapılanması” üzerine  kurulup “manevi dünyası ve  yapılanmalarını” ihmal ve terk etmesi sebepleriyle   “hastalıklı, çökmekte olan ve hatta çökmüş bir medeniyet” itiraflardan olarak dile getirilmesi  yanında, “hem kendileri  hem de insanlığın kurtuluşu için” dedikleri  “maddi –manevi yapılanma  dengesinin kurulduğu,  insan ve tabiatın  mutlak kanunlarına  uyulduğu” halde, “ yeni bir medeniyet tasavvuru” na ihtiyaç duyduklarını milat başı olarak 20’inci asrın başlarından itibaren itirafları ve açıklamalından  gafil ve cahil  kalmaları olmuştur. Bunun sonucu, çökmekte olan veya çökmüş  Batı medeniyetinin bütün hastalıklı yapılanmalarının varlığının, Tanzimat döneminden başlayarak günümüze dek,   “Batılılaşacağız, medenileşeceğiz, kurtulacak ve kalkınacağız”  emeliyle  Türkiye’ye de taşındığı görülmüş, yaklaşık ve ortalama 184 yıl (1839 – 2023)  içinde yaşanan “Batılaşma süreci”,  büyük düşünür ve entelektüellerimizden  Cemil  Meriç, Kemal Tahir, Atilla İlhan, Atasoy Müftüoğlu ve Yusuf Kaplan’ın da çözümlemeleriyle (bu uğurda daha geniş bilgi için bunların kitaplarının okunması tavsiye ederim) “Batılılaşmanın  Osmanlı’yı batırdığı” gibi, günümüz “Türkiye’sini batırmak” tan olarak da, milletimizin  bütün tarihi ve milli misyonlarından uzaklaştırılması  sonucu kendi tarih yapan öznesini terk ederek,   Batı-Amerika’nın nesnesi bir  millet  ve devlet görünümüne  büründürmüştür. Bu haliyle milletimizin kurutuluşu için de   “yeni bir medeniyet tasavvuru” na ihtiyacı vardır.

      7-“Dil Devrimi”nin 1940- 1980 zaman dilimine damgasını vuran  “Uydurukça Dil Salgını”, 12 Eylül 1980 Darbesi ve Rejimi günlerinde tavsamaya (giderek zayıflama ve etkinliğini kaybetme) başlamıştır. Darbeyi yapan Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları dil konusunda tavırlarını “Yaşayan Türkçenin Kullanmasından” yana koymaları sonucu, 1932’de bir çeşit “ sivil yapılanma” olarak kurulan Türk Dil Kurumu’nun “uydurukça dil şampiyonluğu” na ve “Marksist kadrolaşması” na  cephe” alarak onu devletleştirip  Yaşayan Türkçeye hizmet eder hale getirmek için, Atatürk’ün de gelecek için tasarladığı TDK’nu “Dil Akademisi” ne dönüştürmekten olarak kanun tasarısı hazırlatarak kanunlaşması için Danışma Meclisi’ne göndermişlerdir. Bu hazırlık, o yıllarda Türk Dil Kurumu üzerindeki  hakimiyetleri halen devam eden uydurukça dil  devrimcilerinin engeline takılmış, hatta bu uğurda Atatürk’ün kendisi bile kullanılarak,  “Yapılmak istenenler, Atatürkçülük ve  bıraktığı mirasa  aykırı olup,  onun kurduğu TDK kapatılamaz” yoğun  propagandası karşısında geri çekilmek zorunda kalan darbeci generaller bir “orta yol” bulmaktan olarak 17 Ağustos 1983’de 2876 sayılı kanunla  “Atatürk  Kültür Dil ve Tarih Kurumu” nu kurarak TDK’nu da  buna bağlamak suretiyle onu,  ehliyetsiz –liyakatsiz kadrolaşmasıyla “uydurukça  dili icadının şampiyonu” olmaktan kurtarmışlar, bu yapılma ile birlikte adı geçen dil icadı tavsamaya başlamıştır.

      8-Uydurukça dil icadı tavsarken bu sefer de dilimiz, 1932’den günümüz 2023’e  “İkinci büyük dil yol kazası” dan olarak, başlangıcı 1950’li yılların başında “Amerika ve NATO’nun nüfuzuna girmemiz” le  birlikte kendisini gösteren  ve 1980’li yılların başlarından itibaren ise “atak” yapmaya başlayan “Arapça –Farsçanın boyunduruğundan kurtulalım” derken bu sefer de genel olarak “İngilizcenin boyunduruğu” nu sokulmaya başladığı görülmüştür.  Bütün sağduyulu dil uzmanlarımızın da dile getirdikleri üzere,  “Uydurukça ile Türkçenin zayıflatılması sınırlarımızda fırsat kollayan Avrupa dillerinin istilasına kapı açmak” tan olarak dilimiz ikinci  büyük dil yol kazasına sokulmuş oluyordu.

     Bununu tezahürleri kendisini “Zayıf Türkçe ile ilim yapılamaz” denilerek 200 üniversitemizin nerdeyse yarısında Anayasamıza aykırı da olduğu halde eğitim dili İngilizce olmuş, bu oluşum son yıllarda orta dereceli ve hatta ana okullarına kadar yaygınlaştırılmıştır. Ancak sömürge ülkelerinde olabilecek bu uygulamayla,  milletimizi  kendisine yabancılaştıracak ve ötekileştirecek bu  “birinci dil kazası” ndan sonra “ikinci yol kazası” nın da ortaya çıkmasıyla birlikte”  Edirne’den Kars’a kadar bütün şehirlerimizdeki  caddelerde  işyeri isimlerine  Türkçe karşılıkları ola ola İngilizce kelimelerden işyeri isimleri konulmaya başlanması da şehirlerimizi “istiklal ve istikbalimize aykırı” olarak birer Müslüman-Türk şehirleri olmaktan çıkarıp  “İngiliz şehirleri”  görünümüne büründürülmüştür. Hatta bunun böyle olduğu  günümüzün Türk Dil Kurumu’nun kendisi tarafından bile  itiraf edilmiştir. Hiç unutmam, yanılmıyorsam  2008  yılı idi.  Niğde Üniversitesinde  kitaplarımı imzalıyordum. Karşımda  asıl bir afiş dikkatimi çekti. Varıp okuduğumda altında “Burası Türkiye mi?” yazısı olan bir afiş olduğunu gördüm. Bir şehrimizin bir caddesinden bütün işyeri isimlerinin İngilizce olduğu kesitten fotoğraf çekilerek adı geçen afiş yazısının üzerine konulmuştu.  “Eyvah!” dedim. “Türk Dil Kurumu bu kötü ortamı  geçmişteki yanlış uygulamalarıyla kendisi hazırlamış olduğu  halde, bu sefer kendisi de   “Dilimiz  Arapça-Farsçanın boyunduruğundan kurtarayım  derken şimdi de “İngilizcenin boyunduruğu” na hem de istiklal ve istikbalimizi tehlikeye atacak şekilde  sokulduğunu kendisisi itiraf etmiş oluyor” dedim kendi kendime.

        9- Benim kanaatime göre,  dilimizi uydurukça dil icadı  salgınından kurtaranların 12 Eylül 1980 Darbesinin generalleri  olduğu gibi, günümüzde yaşanan  “Dilimizi İngilizleştirme dil hastalığı salgını” ndan kurtaracak   siyasi lider   Cumhurbaşkanı  Sayın Recep Tayyip Erdoğan olsa gerekecektir. Bu neden böyledir? Sürekli takip ederim ve kronolojik  notlar tutarım.  Erdoğan’ın dışındaki hiçbir parti liderinin “Dilimiz tehlikedir onu kurtaralım” mesajları verdiklerini görmedim.

        Sayın Erdoğan, 21 yıllık iktidarı süresince hemen her yıl dilimizin yabancı dillerin işgaline uğradığını dile getirmeyle başlamış, özellikle caddelerimizin  birer İngiliz caddesine dönüşmesi karşısında sık sık “Caddelerimizde Türkçe olmayan tabela isimleri var. Bu kabul edilemez” diyerek tepkisini dile getirmiştir.

       Sayın Erdoğan’ın dilimizin korunması uğrunda vardığı en son nokta;  27 Ocak 2021’de  adı geçen yılın “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” ilan edilmesi sebebiyle “Medyada Türkçeyi En İyi Kullananlara Ödül Verme” töreninde yaptığı uzun konuşmasında, benim kendisine göndermiş olduğum  “Dilimizin Korunması  Raporum” dan da ifadeler kullanarak,    dilimizin “en büyük hazinemiz” olduğundan bahisle, bugün itibariyle dilimizin karşı karşıya geldiği tehlikenin “Bir Milli Beka sorunu haline geldiği”  açıkladıktan sonra,  “Bunu da Milli Mücadele ruhuyla i aşacağız” demesi bütün Türkçe sevdalıları ve milletimizin  dil konusunda yanan yüreğini su serpmiştir.

         Bu “Dil Milli Beka Sorunu” na bir diğer vurgu yapmaktan olarak Sayın Erdoğan’ın Temmuz 2022’de bir “Uzay Programı” düzenlenmesi konusunda yapılan toplantıda  yaptığı konuşmada da “İngilizleştirilen  Türk Hava Yolları’nın millileştirilmesi” den ” olarak sarf ettiği “Eskiden THY uçakları üzeride  ’Türk Hava Yolları’ yazılıydı. Uçaklarımızdan  ‘Turkısh Aırlınes’ ismini silerek  Türk Hava Yolları yazısını yeniden yazacağız”.  Türk Hava Yolları değil, sanki “İngiliz Hava Yolları” mübarek. Ancak bir İngiltere  sömürge ülkesinde olabilecek  uçakların üzerine  “Türkısh Aırlınes” yazılmakla kalınmıyor, bütün diğer faaliyetleriyle ilgili de  Türkçe karşılıkları ola ola  ilgili binalarının alnına   “Turkısh Cargo”, “Turkısh Technic” vb. yazılıyor ve  uçaklarda  yolcular için çıkardığı derginin  ismi de Türkçe “gök, sema”” anlamında  İngilizce  “Sky” ismi konuluyor.

       Cumhurbaşkanımızın bu teşhisi ve gösterdiği hedeflere ulaşmak  sözde kalmamalıdır.  12 Eylül 1960 Darbesi generallerinin  nasıl ki dilimizi “uydurukça dil icadı” salgınından  kurtararak  tarihe isimlerini bu “iyi hatıraları” ile yazdırdıkları gibi,  Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan da dilimizi “ikinci  büyük dil yol kazası” olarak  “İngilizcenin  işgalinden kurtarmak” la da adını tarihimize “altın harfler” le yazdıracaktır. Bunu ondan bekliyor ve vakit geç olmadan hemen harekete geçmesini istiyoruz.

     Dil konusunda gaflet, dalalet  ve cehalet  içinde bulunan diğer  siyasi liderlerimizi de  işi “politik istismar, partizanlık konusu” yapmadan  Sayın Erdoğan’ın olabilecek girişimlerine, konu bir “Milli Beka Sorunu” haline  geldiği için  bunu aşmak uğrunda   “Milli Blok” halinde aktif  destek vermelerini diliyorum.

Yazar - Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlginizi Çekebilir

İLHAN KARAÇAY, TÜRKLERE TİCARİ HESAP AÇMAYAN HOLLANDA BANKALARININ, KARA PARA İDDİALARINI GÖLGE ADAMA SORDU

Hollanda bankalarının işyeri hesabı açmak isteyen Türk yatırımcılara hesap açmaması ve Türkiye’yi kara para aklamakla …