LİDL ve KAUFHOF’ta ALIŞ-VERİŞ YAPAN GURBETÇİYİ AŞAĞILAYAN ARİSTOKRAT (!) YAZAR…
İlhan KARAÇAY
Gurbetçileri, ‘defolu don satın alan ucuzcu’ ve ‘Oto mezarlığı müdavimi’ diye suçlayan yazarın kendisi, ucuz sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’ye kadar direksiyon sallamıştı.
Okurlar tarafından ağır protestolara maruz kalan bu yazar hakkında, meslektaşları da ağır eleştirilerde bulunmuşlardı.
Kim mi bu yazar? Altta okuyunuz.
Değerli okurlarım, bugün eşim ile çarşıda dolaşırken, ucuzluğu ile meşhur olan market zinciri LİDL’a da uğradık. Kalitede, diğer marketlerden fazla bir farklılık olmamasına rağmen, fiyatlar gerçekten çok daha ucuzdu.
Bugünkü konumuz ne alış-veriş, ne de ucuzluk değil.
LİDL adını görünce, aklıma hemen yine ucuzculukta önde giden zincirlerden Alman KAUFHOF adı geldi.
Tam 18 yıl önceydi. 4 Eylül 2004 günü Avrupa DÜNYA gazetesinde ‘Aristokrat (!) yazar’ başlıklı bir haber yayınlamıştım. Bu haberi 18 yıl sonra sizlere yeniden hatırlatırken, şimdi nerelerde olduğunu bilmediğim o yazarın adını anmaktan imtina edeceğim. Hoş, o yazarın kimliğini aşağıda gerek kendi yazısından ve gerekse gelen reaksiyonlardan öğrenmiş olacaksınız ama, ben yine de kendisinden ‘Aristikrat’ diye söz edeceğim. Zira, 18 yıl sonra bir polemiğe yolaçacak bir gelişmeyi tekrarlarken, o ‘Aristokrat’a saldırmış olmak istemiyorum.
O zamanlar Hürriyet’te yazarlık yapan bu ‘Aristokrat’, yazdığı bir yorumunda, KAUFHOF’tan ucuz alış veriş yapan yurttaşlarımızı yerden yere vurmuş ve aşağılamıştı. Gurbetçileri, ‘Türkiye’deki eşe dosta ve akrabalara defolu ucuz hediye götürmekle’ suçlayan ‘Aristokrat’, aynı yazısında, kendisinin ucuz sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’ye kadar direksiyon salladığını belirtirken, kendi cimriliğini hiç dikkate almamıştı.
Ucuzluğu ile tanınan LİDL marketi önünde bekleşen müşteriler
Ben de bu yazıya karşılık Avrupa DÜNYA’da bir yorum yayınlamış ve bir hafta sonra da okurlarımızdan bu ‘Aristokrat’ için gelen protesto mesajlarını sıralamıştım.
‘Aristokrat’, kırmış olduğu pot üzerine başlattığım yayınlardan o kadar rahatsız olmuştu ki, rahatsızlığını, gazetemizin sahibi rahmetli Nezih Demirkent’e kadar götürmüştü.
Rahmetli Demirkent beni telefonla aramış ve, “Tamam İlhan, bu aristokrat konusunu bitir artık” demişti.
Şimdi size önce o ‘Aristokrat’ın yazmış olduğu nefret yaratan yazıyı, arkasından da gelen reaksiyonları tekrarlayayım ve o zaman Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü olan Ertuğrul Özkök’ün, nasıl bir ‘yazar’ yaratan adam olduğunu anlatayım. Öyle ya, ‘yazar’ yaratmakta ünlü olan Özkök, nasıl ki Brüksel muhabiri olan ‘Aristokrat’ı ‘yazar’ yaptıysa, 1975’te Hollanda’da şantöz-dansöz olarak izlediğimiz Pakize Suda’yı da ‘yazar’ olarak yutturmuştu.
Önce ‘Aristokrat’ın nefret yaratan yazısı:
Gurbetin kapısı
EN feráh Sinan kubbesinin sükûnetini aramaya, geçende Edirne’ye gitmiştim.
Tiryákisi olduğum cigaralar bittiğinden de, belki ‘free shop’larda vardır umuduyla, hazır oraya kadar gelmişken bir de Kapıkule’ye uzanayım dedim.
Bulamadım ama, TIR kamyonları hariç sınırın bomboş olmasına sevindim.
* * *
SEVİNDİM, zira sanmıştım ki, Balkan arbedesinden beri E-5’i terk edip ayaklarını uçağa alıştıran ‘gurbetçiler’, savaş bitince tekrar eski göçebe adetine döndüler.
Sanmıştım ki, izin vakti geldi miydi, Fransa Lyon’undan veya Felemenk Utrecht’inden çelik kuşa kurulup, üç saat sonra ‘anavatan’a inmek ‘lüks’ünü kanıksadılar.
Sanmıştım ki, o üç saat yerine üç gün boyunca hem bizzat kendilerini yollarda helák etmek, hem de aynı yollarda başkalarını ‘fitil etmek’ rezaletini artık unuttular.
Sanmıştım ki, ‘araba sevdası’ndan bir türlü vazgeçemiyorlarsa, İtalya’dan feribota binip, güvertenin püfür püfür Akdeniz havası ve kamaranın mışıl mışıl ‘sıla rüyası’, Çeşme’ye, İzmir’e, İstanbul’a böyle rahat bir yolculuk ertesinde ulaşıyorlar.
Yani sanmıştım ki ve sevinmiştim ki, ‘Alamancı’lar artık ‘Alamancı’ değildir.
* * *
YANILMIŞIM ve de hevesim kursağımda kaldı.
Demek ben hududa gittiğimde henüz Ağustos’un ‘avdet vakti’ gelmemişti ki, aradan birkaç gün geçti, gazetelerde çarşaf çarşaf haberler çıkmaya başladı.
‘Kapıkule’de izdihamdan geçilmiyor?’
‘Türkiye’den Avrupa’ya dönen gurbetçiler’ sınırda saatlerce bekliyor.’
Bu arada da, aynı ‘gurbetçiler’in ağzından ‘orada ‘yabancı’ diye, burada ise ‘Alamancı’ diye dışlanıyoruz’ türünden ‘serzeniş’ röportajları yayınlanıyor.
Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz.
‘Gurbetçi’ler, nam-ı diğer ‘Alamancı’lar karayolundaki sınır kalabalığından ve ‘anavatan’daki Türklerin ‘küçümsemesi’nden yakınıyorlarsa, umurumda değil.
* * *
BAŞTA belirttim, uçağa binsinler. Olmadı, feribot aktarmalı gidip gelsinler.
Kimse onları üç bin kilometre yolu kelle koltukta; üstelik, başkalarının kellesini de götüren bir ‘şoför performansı’yla, aynı anda ‘kavimler göçü’ne zorlamıyor.
Hadi, eskiden ‘yeni Alamancı’ydılar ve de Türkiye’nin ‘kıtlık dönemiydi’.
Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.
Ama, artık o devirler çoktaan bitti.
* * *
EVET bitti ve kendileri acenteden gıcır otomobil çekecek kadar zenginleştiler.
Türkiye’de ise şimdi yok, yok. Hele hele, defolu don hediyeye hiç ihtiyaç yok.
O halde, kabin tuvaletine ‘tünememek’ ve dönüş bagajında tarhana çuvalını bağlamak kaydıyla, kurulun uçağa ve paşa paşa seyahat edin yahu. Daha da ucuz…
Ama eğer mutlaka vasıta istiyorsanız,‘anavatan’ın en ücra havaalanlarında bile kredi kartıyla emrinize amade gelen otomobilleri kiralayın. Biraz paraya kıyıverin.
Sen sağ, ben selámet, başka bir yazıda enine boyuna irdeleyeceğim o ilkel ve o köhne ‘gurbetçilik’ten bir nebze kurtulabilmek için, bu, zorunlu bir ‘başlangıç’tır.
Orada ve burada dışlanan ‘Alamancılık’tan sıyırtabilmenin ‘ilk’ aşamasıdır.
Bol ticari TIR ve bol sınır otosu hariç, ‘anavatan’ tenha Kapıkule’yle sevinir.
‘Aristokrat’ın gurbetçiye tepeden bakan yukarıdaki yazısının devamı da gelecekti.
( Hoş, ikinci yazısı gelmedi ‘Aristokrat’ın. Aksine, rahmetli Demirkent araya girmeseydi, DÜNYA’da yayınlayacağım tepkiler ile daha da rahatsızlanacaktı).
Dilerim bundan sonraki yazılarında, gurbetçilerin dostlarına aldığı hediyelere
‘yırtık don’ (defolu don) deme aristokratlığından da vazgeçmiş olacaktır.
‘Aristokrat’ için o zaman yazdıklarıma bugün yeniden bakınca ve Google’de bir arama yapınca neler gördüm neler.
Benim yazdıklarımdan sonra pek çok meslektaşımız bu aristokrat hakkında çok kötü şeyler yazmışlardı. Bu yazılanları da sizlere aktarmaktan imtina edeceğim ama, o zamanki görüşümü yineleyeceğim.
Benim yazdıklarım :
Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni dostumuz Ertuğrul Özkök, yazar yaratmakla ünlü bir yöneticidir. Nasıl ki, sahnelerde çıplaklığıyla yer alan ve bizlerin de 1975’te Hollanda’da şantöz-dansöz olarak izlediğimiz Pakize Suda’yı, ünlü bir ‘yazar’(!) yaptıysa, göreve geldiği ilk yılda, Brüksel’de muhabirlik yapan ‘Aristokrat’ı da ‘yazar’ yapmıştı. Özkök’ün Türkiye’deki yazar kadrosunu zenginleştirmesi tabii ki olumlu bir gelişmeydi. Brüksel’de haber peşinde koşan bir arkadaşımızın Hürriyet’e yazar olması tabii ki hepimiz için sevindiriciydi.
‘Aristokrat’ ile tanışırdık ama bir dostluğumuz olmadı. Giyimi, kuşamı, hareketleri ile bir ayrıcalık sergilerdi. Kendisini kıskanmazdık ama ona ‘aristokrat’ lakabını da takmıştık.
‘Aristokrat’ın yazdıkları sanki başka bir dildendi. Belki kendisinden başka çok az kimse onun yazdıklarını tam olarak anlayabilirdi.
Yazdığı hiç bir yorum gündem yaratmadı.
Ne sabuna, ne suya dokunan ayrıcalıklı bir aristokrat dili kullanırdı.
Her şeye rağmen ‘Aristokrat’ı zorla da olsa okumaya çalışırız.
31 Ağustos 2004 tarihli yazısına ‘Gurbetin kapısı’ başlığını koyunca, o yazıyı dikkatle okumak mecburiyetinde kalmıştık.
Bugüne kadar hep pahalı sanatçılardan, yazarlardan, filmlerden, romanlardan ve aristokratlardan söz eden ‘Aristokrat’, nasıl olmuş da gurbetçilerden söz etmişti. Merak ettik ve dikkatle okuduk.
Keşke okumaz olsaydık.
‘Aristokrat’, gurbetçilerin karayolu seyahatlerini tenkit ediyor.
Nasıl mı?
Sadece İstanbul’dan Edirne’ye yaptığı bir yolcuktan sonra gördükleri ile…
Sigara alabilmek için Kapıkule’ye kadar zahmet etmiş olan ‘Aristokrat’, hemen oracıkta uzmanlaşmış ve kara yolculuğunun ne kadar ahmakça bir tercih olduğunu vurgulamaya çalışmış.
Ne yazık ki bunu yaparken de ç u v a l l a m ı ş ‘Aristokrat’.
Karayolu seyahatinin yanlışlığını izah etmeye çalışırken, Anadolu insanına hakaret etmeyi de ihmal etmemiş olan ‘Aristokrat’. İnsanlarımızın eşe dosta götürdüğü manevi yönden çok pahalı olması gereken hediyelere de dil uzatmış ve: “Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.” sözleriyle nefret toplamıştı.
Gurbetçinin ucuz mal alışını aşağılayan ‘Aristokrat’, kendisinin iki paket ucuz sigara almak için Kapıkule’ye kadar gidişini anlatırken de kendi cimriliğini ifşa ettiğinin farkına varmamış ve tongaya düştüğünün farkında olmamış.
’Aristokrat’, gurbetçiyi ucuzcu diye küçümsüyor ama, kendisi de ucuz sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’deki DutyFree’ye otomobil ile gitmeyi beceri sayıyor.
Değerli okurlarım, ben şahsen gurbetçinin karayolu çilesini yerinde saptayabilmek için son üç yıl arka arkaya otomobil yolculuğu yaptım ve yaşadıklarımı yazdım. Ben de yurttaşlarıma karayolunu tercih etmemelerini tavsiye ettim. Ama bu tavsiyeyi yaparken de edepli davrandım.
Yollarda neler olup bittiğini görme zahmetine katlanmadan, gazetelerden okudukları ile yetinerek yorum yazan ‘Aristokrat’ın, edepsiz davranıp davranmadığına artık siz karar verin lütfen.
Neredeeeeen nereye…
Taaa 2004’lerde yazdığım üzücü bir gelişme, yıllar sonra LİDL ve KAUFHOF’u hatırlayınca, 18 yıl sonra bugün yeniden gündeme geldi.
‘Aristokrat’ şimdi nerelerde bilemiyorum ama, 18 yıl önce kırmış olduğu potun yarattığı ezikliği daha uzun süre hissedecektir sanırım.
Eveeeet, şimdi gelelim 2004 yılında ‘Aristokrat’ için gönderilen potesto mesajlarına:
Eleştiri yazımı okuyanlardan mesaj yağdı. Gelen mesaj sayısı tamı tamına 123 idi.
Yani 123 duyarlı okurum hemen bilgisayarın karşısına geçti ve aklına geleni yazdı.
Yazılanlar sadece bana değil, bizzat ‘Aristokrat’a ve Hürriyet yöneticilerine de gönderildi.
Dostluğum olmasa da, tanıdığım bir meslaktaşıma karşı bir linç kampanyası açmak amacında değildim. Ama, yazısında güya kızdığı ve tutumlarını beğenmediği gurbetçiler için, “Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz. Yakınmaları umurumda değil” diyebilecek kadar sorumsuz davranan ‘Aristokrat’ın düştüğü bu durum, benim için ‘vız gelip tırıs geçmedi.’
‘Kendi düşen ağlamaz’ da demiyorum. Hele ‘umurumda değil’i aklımdan bile geçirmiyorum.
‘Aristokrat’ın düştüğü bu durum beni çok üzdü.
Kendini bir ülke yöneticisi yerine koyarcasına, “Vız gelir, tırıs geçer, kendi düşen ağlamaz, yakınmaları umurumda değil” diyebilen kişinin ‘megaloman’lığından da şüphe edilir.
Hüsnü Mutlu isimli bir okurum mektubunda şöyle demiş: “Bizim içinde bulunduğumuz durumun, Hadi Uluengin’in umurunda olup olmayışı kimin umurunda ki?”
Okurum çok haklı olarak sormaya devam etmiş:
“Hadi Uluengin, bizim sorunlarımızı çözebilecek bir konumda mı ki, ‘vız gelir, tırıs gider, kendi düşen ağlamaz ve umurumda değil’ gibi laflar ediyor. Ona sormak lâzım: Sen kimsin be!?”
Aşağıda eleştirilerini okuyacaklarınızdan Ali Yavuz’un, “Sana kaufhoftan bir dantelli don alıp göndereyim mi?”, Dr, Kutlay Yağmur’un “Uluengin gibi solucanlar da vardır” şeklindeki ağır eleştirileri beni gerçekten üzdü.
Hadi Uluengin’in içine düştüğü bu durum için ‘Vız gelir, Tırıs gider, kendi düşen ağlamaz ve umurumda değil’ diyemiyorum. Amarım, Uluengin bundan bir ders almış olur.
Bana gelen 123 mesajdan ancak bir kaçını sütunlarıma aktarabiliyorum. Duyarlılık gösteren diğer okurlarımdan özür dilerim.
Sayın Hadi Uluengin,
İlhan Karaçay bey yazmış, okudum.
Yazınızı bir daha okudum.
Bu ne küstahlık. Bu ne kabalık. Bu ne ırkçılık!
Bizler Kapıkule’ye sigara almaya giden, sonradan görmüş küçük burjuva entellektüelleri değiliz.
İşçiyiz. Ekmek parası için çalışıyoruz.
Ülkemiz ekonomisine katkısı olan yatırımlar yapıyoruz.
Sözleriniz bilinçsiz ve asosyal.
Utrecht’ ten uçak kalkmıyor.
Kaufhoflardan defolu don alan Türk bilmiyorum, görmedim,duymadım.
Bunlar sizin ukalalığınız.
Kaufhoflar defolu don satmıyor.
Eğer illa da görmek isterseniz, size kaufhoftan dantelli bir don alıp size gönderebilirim.
Ali Yavuz
Avrupa Türk Telecom
Merhaba İlhan Abi,
Ellerin dert görmesin. Böyle densizlerin hakkından ancak sizin gibi usta kalemler gelir.
Ben genede tepkimi Hürriyet gazetesine bu yazıdan dolayı özür dilemeleri için bir mail göndereceğim
Yazılarını dikkatle okuyuruz
Her şey için teşekkürler
Kemal Küçük
Kitap.nl-Küçükler Kitapevi
Merhaba İlhan Bey,
Yazılarınızı ilgiyle okuyorum. Çok değişik yorumlarınız var. Bilhassa son dönemlerde Hollandalılara karşı tavırlarınızı ilgiyle okuyorum. Uluengin gibilere de dersini verdiniz.
Çok hoş değerlendirmeleriniz var.
Devamını beklerim efendim.
Saygı ve selamlarımla,
Sefa Akbulut
Sayın Ilhan Karacay,
Hadi Uluengin’in ‘aristokrat’lıkla falan hiç bir ilgisinin olmadığını eminim siz de
biliyorsunuzdur. Olsa olsa kendisiyle alay etmek için bu yakıştırmayı yapmışsınızdır.
Yazınızda gündeme getirdiğiniz Uluengin terbiyesizligini herkes bilmek zorunda.
Yazınızın sonundaki “geçmiş olsun” saptaması da çok isabetli. Maalesef Hadi Uluengin
denen adamın bu ilk gafı değil. Kendisi Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarlığı yazılarının yanısıra, göçmen Türk düşmanlığı ile de iyi tanınır. Belki dikkatinizden kaçmıştır. Bundan iki yıl önce kendisi, göçmen Türk kadınları ile alay eden, göçmenleri aşağılayan bir dizi yazı yazmıştı. Kendisine tepki dolu yazılar yazmıştım ama medeniyetten uzak olduğu için yanıt verme gereği bile duymamıştı. Medeni insan olmanın en önemli göstergesi kendisine gelen yazılara cevap verebilmesidir. Bu yazılar eleştiri dolu olsa da medeni insan bunu içine sindirmeyi bilir. Kaldi ki Hadi Uluengin gibi kiralık kalemlerin göçmen düşmanlığına da şaşmamak gerekir. Onların misyonu bu aşağılama kampanyasına katkı vermektir. Efendilerine hoş görünmek, yarattıkları o “aristokrat” maskesini cilalamak için bunu yaparlar. Uluengin’in yazdığı yazının içeriğini tartışmak bile toplumbilime hakaret olur. Gelin ne gerekiyorsa onu yapalım.
Yazınızın sonundaki tespite geri dönmek istiyorum. Batı Avrupa’da yaşayan ve Türk
halkının çektiği çifte ayrımcılığa tanık olan vicdan sahibi her insan bu çileye dur demek
zorundadır. Hürriyet gazetesinde çalışan çok değerli insanların yanısıra, Uluengin gibi
solucanlar da vardır. Bu solucanların yazılarının en azından Hürriyet Avrupa’da yer
almasını istemediğimizi, Hürriyet’in hem temsilciliklerine hem de merkezine güçlü bir
şekilde duyurmak zorundayız. Bu, Hollanda’da yaşayan Türk halkına bir çağrı olarak
iletilmelidir. Göçmen Türkler kendilerini savunmazlarsa, Uluengin gibi solucanlar
aşağılama kampanyasına devam edeceklerdir.
Dostca selamlarımla,
Dr. Kutlay Yağmur
Hollanda Türkce Eğitim Vakfı Başkanı
BABYLON, Centre for Studies of Multilingualism
in the Multicultural Society Tilburg University
PO Box 90153
5000 LE Tilburg
The Netherlands
Tel: +31 13 466 2930
Fax: +31 13 466 3110
Merhaba İlhan KARAÇAY, (Pardon: Alamancı!)
Hadi Uluengin adlı biri Çok Satan Az Söyleyen bir gazetede “Gurbetin kapısı**” başlıklı yazısında ne kadar kelek, düşünce temelinde ne kadar yüzeysel, dar görüşlü, kişilik açısından ne kadar kıskanç, hazımsız, kalemiyle ve görüşüyle içeriksiz ve amaçsız, dikkatsiz olduğunu; eleştirmeden, geçmişi, ya da günün gerçeklerini bilmek zahmetine dahi katlanmadan, bir şeyler yazmış, laf ola beri gele kabilinden… O yazmış da, bu gazete neden başmış? Bu da ayrı bir sorun! Daha önce bu yazıyı bana dikkatimi çekmek için Yavuz NUFEL arkadaşım yolladığında. Ona: “İçim burkularak, üzülerek, buruk bir ruh haliyle okudum. Zavallı bir dar görüşlü bu yazar” yanıtını vermiştim. Aslında yukarıda, şimdi bu mektupta yazdığım tanımlamaları es geçmiştim. Sizden de şimdi bu densizin okuru kızdırmak ve celallendirmekten başka bir işe yaramayan bu yazısını, bir kere daha posta kutumda bulunca, üstelik vakit ayırıp bir kez daha okuyunca, elimde olmadan reaksiyon gösteriyorum.
Bu yazı, “Türkçe’nin içine nasıl edilir?” konulu bir edebiyat dersi için çok güzel bir örnek olabilir.
Bu yazı Ahlak felsefesinde “Gerçekler nasıl çarpıtılır?” sorusuna güzel bir örnek olabilir.
Bu yazı bir gazete köşesinde bile çıkmış olsa Edebiyatın İlkelerini, kurallarını (EDEBİ OLMAK) çiğnememesi gerekirken Edepsizlik özelliğine çok güzel bir örnek oluşturmaktadır. Edep; ahlak kurallarını çiğnemeden, doğru ve hak olanı bulup yazmaktır.
Bu, sözüm ona, kendini bilmez yazara, yanıt vermek ona değer vermek anlamına gelir. O zavallı sarhoş bir gün Edirne E35 yollarında düşer, başını yarar.
Ama o gazeteye çok anlamlı, bu içeriği çürütür nitelikte, gerçekleri özetleyen bir yazı yazılabilir. Geride kalan 40 yıl nasıl özetlenebilirse… Sanırım Karaçay, böyle bir yazıyı o gazetede, o sütüna yakın bir yerde yayınlatma gücüne de sahiptir. Bu SÖZ HAKKI, ya da teze karşı ANTİTEZ hakkı demek olur ki, her saygın gazete bu hakkı okurlarına vermelidir.
Kısacası, sevgili İlhan Karaçay, bu yazı, belki de gizli amacı olan huzursuzluk yaratmayı terbiye sınırlarını aşarak en güzel bir şekilde sergilemektedir. Aferin bu edepsizliği yapana, yazana, yazdırana ve gazetesinde basana/yayınlayana.
“Aferin!” çünkü başarılı olmuşlar, amaçlarına ermişler.
Hoş kal İlhan.
Halit Umar
www.anafilya.org