
GÜNÜMÜZDE “SAMSUN’A YENİDEN ÇIKMAK” VE “BİZ GÜNÜMÜZÜN JÖN TÜRKLERİYİZ ” DİYEN POLİTİKACILARA…
Süleyman KOCABAŞ
Yaşarken Tarihe Not Düşmek
Aziz dostlar, günümüz Türkiye’sinde öyle hallere düştük ki, bir sürü olur – olmaz modalaşmalar aldı yürüdü.
Bunlardan birisi de “Samsun’a Yeniden Çıkmak” modasıdır.
Ülkemizde “Demokrasi var” deniliyor ve ilave ediliyor:
“Bütün sorunlarımızı başka yollara başvurarak değil, demokratik platformlarda kırmadan, dökmeden medeni olarak çözmeliyiz”.
Çok doğru bir teşhis olsa gerek…
Ama Lakin, fakat…
Öyle şeyler oluyor ki,
Neredeyse artık birbirlerini “düşman” olarak algılamak ve ta-nımlamaya başlamak “sendromları” içine düşmüş muhalefeti ve ik-tidarıyla her kesim, karşısındaki kesimi “vatan haini” görmeye mey-lederek…
Ülke ve milletin kurtuluşunu “Yeniden Samsun’a Çıkmak” la ta-nımlamaya başladılar.
Bu uğurda başı, ana muhalefet partisi CHP çekmeye başladı. Parti genel başkanı ve üst düzey kadroları:
“Mücadelemiz 145 – 150 yıllık mücadeledir. Biz I. ve II. Meşrutiyet taraftarıyız. Günümüzün Jön Türkleriyiz” diyerek, tarihimize vurgu yaparak başladılar. Üstelik de, “ Anadolu ve Rumeli Müdafaa- i Hu-kuk Cemiyeti’nin devamı olan CHP zafer kazanmış ve devlet kurmuş bir partidir” diye de buna ilave yaptılar.
Buraya nereden gelindi?
İktidar partisi AK Parti ile Ana Muhalefet Partisi CHP arasında “2028 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kendilerinin kazanması kavgası zemininde” denilerek, buna yönelik çekişmelerden olarak, yaşanan-lara “19 -23 Mart 2025 Olayları damgasını vurdu” denildi. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na yönelik “yolsuzlukları –terör örgütlerine yataklık etmek” ten denilerek 19 martta İstanbul Başsavcılığı tarafından adına dava açıldı ve 23 Martta tutuklanıp Si-livri cezaevine konuldu. Bu, özellikle CHP’de tam bir “deprem” etkisi meydana getirdi.
Başta CHP Genel Başkanı Özgür Özel olmak üzere, bütün CHP üst düzey kadroları bunu:
“Kendilerine yöneylik AK Parti ve Erdoğan’ın “21 -23 Mart Sivil Darbesi ” olarak değerlendirip, “İmamoğlu’nun yolunu kesmek için haksız dava ve hapsi” tanımlamasıyla bunu protestolarla etkisiz ha-le getirmek için halkı “sokağa çağırmak” ın ardından başta İstanbul olmak üzere 88 ilde mitingler başlattılar.
“Taşara” da denilerek, Özgün Özel 88 ilde ilk mitinglerini Sam-sun’da yapacaklarını açıkladı.
Bu mitingi 13 Nisan 2025’de yaptılar.
Özgür Özel bu mitingin amacını açıklarken, “AKP-Erdoğan’dan kurtulmak için, Milli Mücadele’yi Atatürk nasıl ki Samsun’a çıkarak başlatmışsa, biz de bunu günümüz itibariyle Samsun’dan başlatıyo-ruz” imalı ve edalı görüş belirtti.
14 Nisan 2025’de bir kısım CHP yandaşı gazeteler ve televizyonlar bunun haberini, “CHP KURTULUŞUN İLK ADIMINI ATATÜRK GİBİ SAMSUN’DAN ATTI.” (Nefes gazetesi) manşeti ve benzerleriyle ver-diler.
İşte, günümüzde “Samsun’a yeniden çıkmak modası” böyle baş-ladı.
Buna Cumhuriyet İttifakından (AK Parti+MHP) den sert tepki-ler geldi.
AK Parti sözcüsü Ömer Çelik tepkisini, “Özgür Özel Kalitesiz bir siyasetçi olduğunu gösterdi” şeklinde dile getirirken, “Davalar, adli-yeye intikal etmiştir. Demokratik, adaletli ve hukuki olarak sonuçla-rını beklemek lazımdır. Ülke sokaktan idare edilmez.” görüşlerine yer verdi.
Olup bitenlerin bir modalaşma haline dönüşeceğini, Cumhuriyet İttifakından ve bir kısım “tarafsız çevreler” tarafından, CHP’nin tez-lerine bir “misilleme veya alternatif örneği” olarak “Atatürk bugün sağ olsaydı, bütün olup bitenlere bakarak ülkeyi CHP’den kurtarmak için Samsun’a yeniden çıkardı” görüşleri serdedildi.
Bu satırların yazarı olarak bence, hem ana muhalefet partisi, ve hem de iktidar partisi, olup bitenleri bu derece ileri bir mecraya ta-şınmamalı idi. Üstelik de demokrasiyle idare edildiğimiz halde. Her halükarda bütün meselelerimiz, TBMM çatısı altında çözümlenmeli-dir. “Sokağa çağırmak” ve daha da garibi Sayın Özel’in ifadesiyle “gerektiğinde ağrı dağına çıkıp miting yapacağız” (Sözcü gazetesi, 13 Nisan 2025) söylemi çok yanlıştı.
“Türkçe Misakı Millisi’nin Zaferini Kazanmak”
Her kesim kendisi açısından tutturmuş bir “Yeniden Samsun’a Çıkmak” tan bahsedip duruyor.
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi üzerini 87 kitap yazmış ve yayın-lamış bir tarihçi yazar olarak bana: “Günümüzde hangi gerekçelerle Samsun’a Yeniden Çıkmalı?” sorusunu sorarsınız sanki şöyle bir ce-vap vermemiz gerekecek: “
“1920’lerde caddeler ve şehirlerimizi İngiliz vb askerleri işgal edi-yorlardı. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da “Vatan tehlikede-dir” dilerek kurtarmak için başkent İstanbul’dan hareketle Samsun’a çıkmış Milli Mücadele vererek ülkemizi düşman işgalinden kurtar-mıştı.
Bir milletin bağımsızlığının ve varlığının göstergesinin iki sembo-lü vardır: Gönderlerde dalgalanan bez bayrağı (milli bayrağı) ve hançerelerden çıkan ses bayrağı (milli dili).
1920’lerde Milli Mücadele vererek kurtuluşumuzun ardından gelen 2020’lerde ise, caddelerimiz ve şehirlerimizi bu sefer de İngiliz vb. askerlerinin değil de, Türkçe karşılıkları olan ola. “zorunlu alım-lar” dan değil de “özentili ve “modalaşma” alımlarından olarak, Türkçe işyerleri isimlerinin yerini İngilizce vb işyerleri isimlerinin işgali almaya başlamıştır. Anlayacağını, işyerlerimizin alınlarını Türkçe ses bayrakları değil de İngilizce vb ses bayrakları asılıyor. Bir berber işleri alnına “MY MAN HAİR SHOP” , “LUNIX HAİR MAKEUP STUDIO” vb isimlerini asmışsa, İngiliz ses bayrağını asmış demektir. Şehirlerimizi birer Türk şehri olmaktan çıkarıp İngiliz şehirleri görü-nümüne büründüren bu kabul edilemez. Kendilerinde, Türklük gurur ve şuuru , İslam ahlak ve fazileti bulunan Türk berberleri, gençleri işlerinin alnına bu İngilizce ses bayraklarını asmazlar.
Caddelerimiz ve şehirlerimizin “kültürel işgali –kültürel soykırı-mı”, düşmanlarımız askerlerinin işgallerinden daha tehlikelidir. Çünkü, milletimizi millet yapan ve milli varlığına sebep olan kültür değenlerimiz ve unsurlarımız yok edilmektedir. Bu Anayasamızın “Türk milletinin dili Türkçedir” maddesine de aykırıdır. Yasalarımıza göre Anayasamıza uymamanın cezası idamdır.
Günümüzde maalesef gelin görün ki, milletimiz için büyük tehli-keler gösteren bu olup bitenler karşısında, neredeyse herkesin tep-kisiz ve sessiz kaldığı, genelde 2020’ler ortamında bence, bu kültürel işgallere bir çare bulmak için Samsun’a yenide çıkabilecek birisi ara-nabilir” düşüncesindeyim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkçe Misakı Millisi” ne Vurgular Yapan Sözleri
Günümüz ortamında “çölde bir vahada su aramaya çıkmışa” ben-zer diyebileceğimizden olarak, Türkçemizin kurtarılması için bazı işa-retler de yok değildir. Bunu en yüksek sesle ve en yüksek düzeyde çeşitli platformlarda dile getiren Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan olmuştur. Bu dile getirişlerinden bazıları şöyledir:
-“Caddelerimizde Türkçe olmayan tabelalar var. Bu kabul edi-lemez…” (Çeşitli platformlarda sık sık dile getirmiştir)
-“Bugün itibariyle Türkçenin yaşatılması MİLLİ BEKA SORU-NUMUZ haline gelmiştir. Bunu da MİLLİ MÜCADELE ruhuyla aşaca-ğız.” (27 Ocak 2022’de dil ödülleri verilirken C. Bşk. Köşkünde yaptı-ğı konuşmadan)
-“Bir zamanlar uçaklarımız üzerinde Türk Hava Yolları yazardı. Turkish Airlines ismini silerek eski ismine geri döneceğiz. ” (Temmuz 2023’de Türkiye’nin “Uzay Programı Tanıtımı” toplantısında yaptığı konuşmadan)
Şimdiye kadar, Türkçemizin bu kadar büyük tehlikeler altında bulunduğunu ve alınması gereken tedbirleri hiçbir siyasi lider yöne-ticilerimiz ve TBMM’de gurubu bulunan ve temsil edilen parti ge-nel başkanlarımız dile getirmemişlerdir. Bu mesajlarında biraz da “Samsun’a yeniden çıkmak ruhu” taşıyan Sayın Erdoğan’ı en kalbi duygularımla kutlar ve tebrik ederim. Bu haliyle de Sayın Erdoğan, “Manevi olarak Samsun’a çıkmış rolünü” ne sahip olmuş olabilece-ğinden de, onu ayrıca kutlar ve tebrik ederim.
Sayın Cumhurbaşkanımızdan isteğimiz, dilimizle ilgi bu teşhis ve tedavi görüşlerinde “söz”de kalmayarak, bunları biran evvel gerçek-leştirmeye başlaması ve çalışması olacaktır. Bunu ondan ivedilikle bekliyoruz.
“Türkçe Misakı Millisi”nin Yasalaştırılarak Zaferinin Kazanılması
İşin esasını bakılırsa, “Türkçe Misakı Millisi” nin zaferini sağla-mak için günümüzde birisinin Samsun’a yeniden çıkmasını gerek kalmayacaktır.
Çünkü, günümüzün yüce ve kahraman TBMM de 1920’ lerin yü-ce ve kahraman Meclislerinin aldığı kararlar benzeri bir kararı , 2006’da alarak adına “Türkçenin Korunması” mealinde içerikli 9 maddelik yasa teklifi, 39 kahraman milletvekilinden ibaret, AK Parti İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem’in başkanlığındaki “Meclis Türk-çe Araştırma Komisyonu” tarafından yasalaşması için Meclis Baş-kanı AK Partili Bülent Arınç’a sunulmuştur. Maalesef 2006’dan gü-nümüze Meclis’in tozlu raflarında bekletilerek bugünü kadar yasa-laştırılıp milletimizin milli varlığına sebep olan Türkçemizin koru-ma altına alınması mümkün olmamıştır.
Bu yasa teklifi hemen günümüz 2025’de TBMM Genel Kurulu’na indirilip yasalaşırsa, Türkçenin korunması sağlanacağından yeni-den Samsun’a çıkmaya gerek kalmayacaktır. Bunu, günümüzün hü-kümeti ve TBMM’den acilen bekliyoruz.
2006’da yasalaştırılması karar altına alınan ve benim önemine binaen, 1920’lerin yüce ve kahraman Meclislerinin aldıkları “Vata-nımızı Ve Topraklarımızı Koruma İstiklal Misakı Millisi” ne benzediği için, “Türkçe Misakı Millisi ” adını verdiğim bunun maddeleri 9 madde halinde şöyledir:
9 Maddelik “Türkçe Misakı Millisi”
“1-İşyerlerimize yabancı kelimelerden isimler verilmemeli, bunların Türkçe karşılıkları varsa mutlaka bunlar kullanılmalı veya karşılıkları bulunmayanlara Türkçe terimler üretilmelidir.
2-Türkçe işyeri isimleri altında mutlaka yabancı kelimeler-den isimler de kullanılmak gerekiyorsa, bunlar, Türkçe yer isimleri-nin altına parantez içinde küçük harflerle yazılarak ifade edilmelidir.
3-Türkçe olmayan harfler asla kullanılmamalıdır.
4-Yabancı kelimeler asılları gibi değil, ses uyumumuza uydu-rularak yazılmalıdır.
5-Yabancı dillerden bize yabancı imla ve gramer kuraları almak suretiyle dilimiz bozulmamalıdır.
6-Yabancı dilde eğitim, sömürge ülkelerde olur. Yabancı dil-de eğitimden vazgeçilmelidir.
7-Herkes kendisine göre dil kuralları uydurmaktan vazgeç-meli, bu konuda bilim adamları, dil uzmanları ve ilgili kurumlar yet-kili olmalıdır.
8-Dilimin korunması ve geliştirilmesine yönelik daha etkili kurumsallaşma yapılanmalarına gidilmelidir.
9-Meclis Araştırma Komisyonunda alınan bu tavsiye kararla-rı, Meclis Genel Kuruluna getirilerek, toplumumuzda yaptırımlara yönelik olarak yasallaştırılmalıdır.”
Bütün bu anlattıklarımız sonucu, “Türkçe Misakı Millisi” ni zafere ulaştırmak için Samsun’a yeniden çıkmaya gerekçeler ve sebepler kalmamıştır.
2025’de iktidar partisi ve muhalefet partileriyle birlikte ayrılıklar-gayrılıklara düşmeden, bir “MİLLİ BLOK” halinde adı geçen zaferimi-zi gerçekleştirmek için “TAM YOL İLERİ” diyerek yolumuza devam edip amacımıza ivedilikle ulaşmaya çalışmalıyız.
***
“BİZ GÜNÜMÜZÜN JÖN TÜRKLERİYİZ ” DİYEN POLİTİKACILARA TARİHİMİZDEN YANILGILI – İBRETLİ CEVABIMIZ
Süleyman KOCABAŞ
Giriş
CHP Cumhurbaşkanı seçimleri adayı: Ekrem İmamoğlu: “Mücadelemiz 145 yıllık mücadeledir.”
CHP Genel Başkanı Özgür Özel : “150 yıldır mücadele veriyoruz. I. ve II. Meşrutiyet taraftarıyım. Biz günümüzün Jön Türkleriyiz”.
Bu sayın partili politikacılarımızın, tarihimizden bu hatalı görüşleri dillendirmeleri yanında, genellikle de AK Parti ile iktidar olma mücadelelerinde özellikle de “hararetle” denilerek İngiltere’den “içişlerimize karış, bize yardımcı ol” dercesine yardım istemeleri, “iç ve politika etikliği” ne hiç de sığacak gibi görüşler değildir. Tarihimizi bilmedikleri ve ondan dersler almadıklarının ve üstelik de Osmanlı’nın “Jön Türklerin hatalı halleriyle batırıldığı” gerçeğine bile vakıf olduklarının birer göstergesidir. Bunu, hem kendilerini ve hem de milletimizi uyarmak ve geçmişin hata itiraflarına yeniden düşmemek için, tarihimizde yaşanan bir örnek olayla kendi belgeleriyle anlatacağız.
Jön Türklerin Utanç Operasyonu: 1908’de İngiliz Büyükelçisinin Arabasını Çekmeleri ve Hata İtirafları
10 Temmuz 1908 Jön Türk İhtilali sonucu Sultan II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalınca Jön Türkler (daha ziyade İngiliz taraftarı olanlar) bu sonuca İngilizlerin vermiş olduğu destekle ulaşılmış zannı veya onlara ve Meşrutiyet yönetimlerine hayran olmaları sebebiyle olacak ki, 31 Temmuz 1908’de İngiliz Büyükelçisi Gerard Lowther Londra’dan İstanbul’a döndüğünde, arabasının atlarını sökerek, kendileri koşulmuşlar, arabayı Beyoğlu Tarlabaşı’nda bulunun İngiliz Büyükelçiliğine kadar çekmişlerdi. (Ali Haydar Mithat, Hatıralarım, Güven Basımıvi, İstanbul, 1946, s. 192)
Dünyadan ve hatta ülkemizde olup bitenlerden bihaber gafil, cahil Jön Türlerin İngilizlere karşı duydukları aşırı sevgileri ve âşıklıklarının bir göstergesi olarak da bir çeşit “Celladına Âşık Olmak” tan yaşanan ve tarihimize daha büyük bir “kara leke “ olarak düşen bu olay hakkında, Jön Türklerden Ahmet İhsan (Tokgöz) de araba çekme olayının görgü tanığı olarak hatırlarında şunları yazar:
“1908 Temmuzunun 31’inci günü İstanbul’da bulunmayan İngiliz Sefiri Lowther’in şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçiyi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkun gençler büyükelçinin arabasına çeken atları söktüler, arabayı kendi kollarıyla çekmişlerdi. Bu fıkrayı yazmaktan maksadım, Meşrutiyetin ilanına kadar Türk aydınlarının siyasi meylini ve düşüncesini göstermek içindir.” (Ahmet İhsan Tokgöz,Matbuat Hatıralarım, C.I Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1932, s. 33)
Öyle ki, kendisinin hiç beklemediği bu araba çekme olayından İngiliz büyükelçisi bile şaşırıp kalmış, neye uğradığını bilememiş, aynı gün bu olayla ilgili olarak Londra’ya çektiği telgrafında, kendisine yapılan bu beklenmedik davranıştan hayretler içinde kaldığından bahisle, arabasını çeken Jön Türkleri, “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” ifadelerini kullanarak tasvir etmişti. (M.S. Anderson, The Eastern Question 1774 – 1923, Macmillan Company, New York, 1966, s. 276)
İngiliz Büyükelçisi Lowther, gerçekten de Jön Türkler hakkında çok isabetli teşhiste bulunmuştu. Osmanlı devletinin yönetimi, 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesiyle birlikte bu gençlerin eline geçecek, ülke gün görmüş, tecrübeli bürokratlar tarafından değil bunlar tarafından idare edilecekti.
Sultan II. Abdülhamit , Lowther’in koyduğu teşhisi zaten yıllar önce koymuştu. İşte bu sebepten, bir askeri darbe sonucu 24 Temmuz’da yönetimi Jön Türklere teslim ederken, elinden hiçbir şey gelmediği, gücü, enerjisi kalmadığı için Dahiliye Nazırı Mehmet Memduh Paşa’ya “Artık suyun akıntısına gideceğim” derken (Mehmet Memduh Paşa, Kuvve-i İkbal Alamet-i Zeval, Matbaa-i Hayriye ve Şürekası, İstanbul, 1329, s. 13) Osmanlı Donanması ıslahla görevli İngiliz Amiral Woods’a da şunları söylüyordu: “Hakimiyet çocukların eline geçti, neler yapabileceklerini bekleyip görmek yazım.” (Henry Woods, Türkiye Anıları, Çev. F:Çoker, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1976, s.139)
Sultan Abdülhamit’in şunları söylediğinden de bahsedilir: “Bugün inkılap fikirleriyle mest (çılgınca kendinden geçmiş, sarhoş olmuş) bu adamlar 8Jön Türkler), yarın tavsiye ettikleri bu yeniliklerin, felakete götüren yollar olduklarını anlayacaklardır.” (Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, Hareket Yayınları, İstanbul, 1974, s. 108 – 109) Yine bu cümleden olarak, Sultan’ın şu mealli görüşlerinden de bahsedilir: “Bu gençlerin (Jön Türler) his, duygu ve heyecanları devasa, hayalleri çok büyük ve hamasi, milletimin ve memleketimin imkanları bunların gerçekleştirilmesini kaldıramaz; korkarım imparatorluğum bunların elinde batacaktır.”
Anladılar, batırdılar da! Sultan Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı süresince bin bir güçlükle yaşattığı İmparatorluğu, 24 Temmuz 1908’ de “Yükseliş Devri” sınırlarında Jön Türklere teslim ettiği bunu, 10 yıl içinde (1908 – 1918) yıkarak “Kuruluş Devri” sınırlarına çektiler. Bu zaman diliminde “yanlış yönetimleri” soncu, Osmanlı Devleti, hemen her yıl kendisini bir savaşın içinde buldu. En son olarak I. Dünya Harbinde yenilmemiz sonucu İmzalanan 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşması ve ardından gelen dört bir taraftan düşman devletler işgalleriyle “Kuruluş Devri” sınırlarına çekilmesine sebep oldular. Ülkeyi bu hale getiren ve yaptıkları hataların cezasını çekeceklerinden korkuya kapılan elebaşlarından Enver, Talat ve Cemal Paşalar 33 kişilik “suç ortakları” ile birlikte 2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısına kadın kıyafetleri altında binerek Odessa üzerinden âşık oldukları cellatları Alman İmparatoru II. Wilhelm’in yanına Berlin’e kaçtılar. Artlarından, Sadrazam ve Harbiye Nazır Ahmet İzzet Paşa’ya “günah çıkarırcası” na birer mektup bırakıp gittiler. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Yayınları, İstanbul, 1998, s. 18)
Özet olarak, hem Sultan Abdülhamit’i anlamadıkları itirafları yanında hem de yanlış ve hatalı yönetimleriyle İmparatorluğu yıktılar, yaktılar ve ardından da kaçtılar. İşte bu kaçaklar bize, Cumhuriyet dönemi tarih kitaplarında hep “vatan dostları, fedaileri, hürriyet kahramanları” olarak okutulurken, İmparatorluğu bin bir güçlükle yaşatma becerisini gösteren büyük Sultan. Abdülhamit de “Vatan haini, Kızıl Sultan” olarak okutuldu.
Alman Büyükelçiliği: Gençleriniz Bizim Büyükelçimizin Arabasını da Çeksinler
İngiltere’nin Osmanlı’ya “açıktan düşman görünümlü” cellatlığı karşısında, onun sömürgecilik ve yayılmacılıkta rakibi Büyük Almanya’nın ise “dost görünümlü” cellatlığı ile karışı karşı geldiğimiz halde, Osmanlı sanki “birbirine zıt” lık tablosu çizen böyle bir atmosfer içinde bu iki devletin elinde tarihi ömrünü tamamlayarak “devletler mezarlığı” na gömülecekti.
Hele, bu iki emperyalist devlet arasında II. Meşrutiyetin ilanı günlerinde, “Osmanlının sen mi iyi yoksa ben mi daha iyi celladı, sömürücüsü olacağım” yarışmasına yönelik bir diğer “büyük rezalet ve çirkinlik” de Almanların, Jön Türklerin İngiliz Büyükelçisinin arabasına çekmeleri sırasında, bundan kaynaklanan “rekabet” in kendisini göstermesiyle ortaya çıkmıştı.
Jön Türklerin 31 Temmuz 1908 tarihinde İngiliz büyükelçisinin arabasının çekildiği günlerde İstanbul’da İngiliz -Alman rekabeti çekişmesi o derece artmıştı ki, İngiliz büyükelçisinin arabasının çekilmesinden gıcık kapan ve kendi hesaplarına rahatsız olan Alman büyükelçiliği de Osmanlı hükümetine başvurarak Berlin’den İstanbul’a gelecek olan kendi büyükelçileri Baron Marşhal’ın da arabasının Jön Türler tarafından çekilmesini isteyecek kadar bu nüfuz mücadelesi rekabetinde ileri gitmişti.
Planlanan dönüş takvimine göre, Alman Büyükelçisi Baron Marshal, 25 Ağustos 1908’de İstanbul’da olacaktı. Almanya Büyükelçiliği büyükelçi gelmeden önce, Jön Türklerin onun da arabasını çekmek isteklerine dair başvuruda bulunduklarını o günlerde Hariciye Nezaretinde (Dışişleri Bakanlığı) çalışan görgü tanığı diplomat memur Galip Kemali Söylemezoğlu’nun hatıralarından öğreniyoruz. Onun yazdıklarına göre, Meşrutiyetin ilan edildiği günlerde Alman Büyükelçisi İstanbul’da değildi. Büyükelçi Almanya’dan dönmeden önce Alman Büyükelçiliği baş tercümanı Osmanlı Hariciye Nezaretine giderek, büyükelçileri Sirkeci garına gelince, gençlerin İngiliz Büyükelçisinin arabasını çektikleri gibi onun arabasını da çekmelerini istemişti.
Hariciye Nazırı Tevfik Paşa tercümana verdiği cevapta, İngiliz Büyükelçisinin arabasını gençlerin, kendilerinin teşviki olmadan kendi istekleriyle çektiklerini, gençlerin isterlerse Alman Büyükelçisinin de arabasını çekebileceklerini söylemişti. Büyükelçi gelince, arabasını atlardan başka çeken olmamış, onu yalnızca küçük bir meraklı topluluğu seyretmişti. (Galip Kemali Söylemezoğlu, Hariciye Hizmetinde 30 Sene, C.I, Maarif Basımevi, İstanbul, 1955, s. 128)
Rıza Nur’un Başını Çektiği Bir Diğer Utanç Operasyonu ve Hata İtirafı
Meşrutiyetin ilanı günlerinde Jön Türklerin, bir diğer yabancılara hayranlık ve onlardan isteklere yönelik utanç operasyonlarında olarak Rıza Nur’un başını çektiği bir operasyon da İngiliz Büyükelçiliğine gidilerek buraya bir adı geçen ilanı “kutlama mektubu” verilmesi olmuş, Rıza Nur bunun hakkında hatırlarında şunları yazmıştır:
“Talebelerden ahaliden birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar. Nereye dediler? ‘Beyoğlu’na İngiliz Sefarethanesine (Büyükelçiliğine) dedim. Domuz sokağından yürüyorduk. Artık ben, talebe, ahali deli gibi olmuş, bağırıyorduk. Arasına nutuk söylüyordum. Tramvay yolundan İngiliz Sefarethanesine kadar geldik. İçeriye girmek, benim zorum buraya gelmek, İngilizlerin Türk hükümetine yardımını istemekti. Abdülhamit, Meşrutiyet yapmaz diye korkuyordum. Zannediyordum ki, İngiltere bize yardım eder, Meşrutiyeti yaptırır. Geçe mektepte (Tıbbiye’de) bu bapta (bu konuda) bir mektup hazırlamıştım, avcumdaydı. Onu okudum. İngiltere’ye Türk dostluğu ve duasını söylüyordum. Diyordum ki, ‘Dünyanın denizlerini İngiliz donanması doldursun, sonra da İngiltere Türk’ün hürriyetine yardım etsin’ temennisiydi. Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim. Otuz yaşında, doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum. Bir devlete böyle bir dua ile yardım ediverirler mi?
Bütün Türk milleti böyle saf, cahil, dünyadan bihaberdik. Oradan çıktık; Cadde-i Kebir’e (şimdiki İstiklal Caddesi) girdik.
BUNUNLA BERABER ALMAN VE FRANSIZ SEFARETHANELERİ DE ‘BİZE DE GELSİNLER’ HABERİ GÖNDERDİLER. KABUL ETMEDİM.” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C.I, Altından Yayınları, 1968, İstanbul, s. 247)