ENVER PAŞA VE İTTİHATÇI LİDERLERİN KAÇIŞLARI VE ENVER PAŞA TARİHİNİN
SONU
Süleyman KOCABAŞ
Altıncı Bölüm
Dizi halinde yazdığımız Enver Paşa belgeselinin son bölümü altıncı bölümünü de yazarak bu incelememize son vereceğiz.
Enver Paşa ve İttihatçı Liderlerin Kaçışları
İttihat ve Terakki Partisi’nin triumviratesi (otoriter üçlü yönetim) parti ve hükümetin yönetimine hakim Enver, Talat ve Cemal Paşalar, “Almanya galip gelecek” ham hayaliyle Osmanlı Devleti’ni I. Dünya Harbi’nde onun safında harbe sokmuşlar, adı geçen harpte mağlup olunup, felaketten felakete sürüklendikten sonra, ağır şartlarda mütareke imzalanmasını takiben çok sıkıntılı duruma düşmüşlerdi. Halk, “felaketlerin sorumlusu” olarak gördüğü İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti ve İttihatçılara ateş püskürüyordu. “ ‘İttihatçı’ kelimesi adeta ‘vatan haini’ manâsına geliyordu. Halk olup bitenden o kadar bezmişti ki, ‘vatan’, ‘millet’ lafını edenler için ‘yakalayın İttihatçıdır’ demek içinden geliyordu.” (Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C. I, Rey Yayınları, İstanbul, 1972, s. 312)
Halkın üzerindeki “kötü İttihatçı” imajını silmek için Talat Paşa’nın teklifiyle toplanan İttihatçılar, partileri İttihat ve Terakki’yi kapatarak onun yerine “Teceddüt Fırkası” nı kurmuşlardı. Bununla II. Meşrutiyet döneminin “vatan kurtarıcısı, hürriyet kahramanı” baş sloganı ile anılan İttihat ve Terakki Partisinin ne açıklı hallere düştüğü görülüyordu. ( Prof. Dr. Tarık Ziya Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 3, Hürriyet Vakfı Yayınlar, İstanbul , 1978, s. 78)
Mondros Mütarekesinin hemen ardından Türkiye’deki bütün Alman subayları ve sivil görevlileri ülkeyi terk etmişlerdi. İttihatçı liderlerin de terk edeceği günler uzakta görünmüyordu. Çünkü, ülkede kalmaları halinde “harp, felaketi ve kayıplarının suçlusu” olarak halk tarafından linç edilecekler, İtilaf Devletleri ve yeni kurulacak Hükümet tarafından da yakalanıp yargılanacaklardı. Üstelik, kurdukları “zümre istibdadı” sebebiyle de kendilerine muhalefeti sindirmişler, ana muhalefet partisi Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin önde gelen yöneticilerini ya cezalandırılmışlar ya da bunlar yurt dışına kaçmışlardı. Mütareke sonrası ülkeye dönmeye başlayan İtilafçıların, ellerindeki her türlü imkanı (özellikle basını) kullanarak, kamuoyu ve hükümeti İttihatçılar aleyhine daha da kışkırtmaları, onların baş sorumluları ve ileri gelenleri için ülkede yaşamayı imkansız hale getirmişti. İttihatçılardan Ali Fethi (Okyar) hatıralarında “Kaçmaktan başka çare yoktu” şeklinde yazar. (Ali Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1980, s. 250)
Sultan Vahdettin de İttihatçıları sevmezdi. “İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne amansız bir kin ve nefret beslerdi.” Bu sebepten İttihatçıların, Veliaht Vahdettin’in “saltanat hakkını kaldırmak çarelerini” aramaya başlamaları onu İttihatçılara daha da düşman hale getirmişti. (Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin Mütareke Gayyasında, Sebil Yayınları, İstanbul, 1969, s. 10)
Enver Paşa, yurdu terk etmeden önce Sultan Vahdettin’in huzuruna çıkınca onun tarafından şöyle azarlanmıştı: “ Yazıklar olsun size! Memleketi batırdığınız gibi hanedanımızın şeref ve haysiyetini de ayaklar altına aldınız. Ne yüzle karşıma çıkıyorsunuz? Derhal istifa ediniz. Çekilin milletin başından artık. İllallah elinizden,” (Göztepe, s. 26) Arap asıllı İttihatçılardan Emir Şekip Aslan’ın yazdıklarına göre, savaş boyunca hükümette sorumluluk almış kimseler durumlarına bir çare bulmak üzere Enver Paşa’nın evinde toplanarak yurt dışına kaçma kararı almışlardı. Bunların ileri gelenleri şunlardı: Talat, Enver ve Cemal Paşalar, Beyrut eski valisi Azmi Bey, İstanbul eski polis müdürü Bedri Bey, Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir, İttihat ve Terakki Genel Sekreteri Mithat Şükrü (Bleda). (Emir Şekip Arslan, Sürgünde Üç Ölüm, Çev. A. Akpınarlı, Truva Yayınları, İstanbul, 2004, s. 20-21)
3 Kasım 19187de sabahı İstanbul’da çok kasvetli bir hava vardı. Herkes Enver, Talat ve Cemal Paşaların kaçtıklarından bahsediyordu. Enver Paşa, kaçışın işaretlerini, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın kabinesinde Maliye Nazırı Cavit Bey’in yazdıklarına göre daha 30 Ekim’de vermişti: “ Enver Paşa’nın Avrupa’ya gitmek üzere izin istediği hepimize pek garip göründü… İzzet Paşa kendisine karşı cevap vermemiş, vükelanın (bakanlar) hepsi bunu pek zamansız, hatta uygunsuz bulmuşlardı. Bazıları daha ileri giderek ‘Enver Paşa icap ederse alnını bir kurşuna hedef etmeli, fakat buradan gitmemelidir’ demişlerdi. (Cavit Bey, Felaket Seneleri, C. I, Haz. O. Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul, 200, s. 20)
İttihatçıların kaçışını İstanbul’da bulunan Alman Deniz Yüzbaşı Hermann Baltzer organize etmişti. Almanların da İttihatçıları kaçırmaktan hesapları vardı. “Almanlar olası bir İngiliz işgalinde, Enver Paşa ve arkadaşlarının sorgulanmaları durumunda, Almanya aleyhine konuşmaları ihtimalini ortadan kaldırmak istemişler ve bunu başarmışlardır. İttihatçılar tarafından Almanya’da kaleme alınan anılarda, Almanya aleyhine bir tek sözcük yoktur.” ( Mete Soytürk. İttihatçı Paşalar Yurt Dışına Nasıl Çıkartıldı? Popüler Tarih Dergisi, Kasım, 2005, Sayı 63, s. 47)
Yüzbaşı Baltzer, kaçma kararı alan ve kimliklerini gizlemek için kıyafet değiştirmiş olarak gelen İttihatçıları, gece karanlığında U-17 isimli Alman denizaltısı ile Odesa limanına getirdi. (Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım, C. I, Emre Yayınları, İstanbul, 1993, s. 161-162
İttihatçı liderler, kaçarlarken Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya verilmek üzere mektuplar bırakmışlardı. Talat Paşa, 2 Kasım tarihli mektubunda, memleketin bir müddet yabancı tesir ve nüfuzunda kalacağından bahisle, “buna rağmen memlekette kalmak ve millet karşısında muhakeme (yargılanmak) olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu geleceğe bırakmak için ısrar ettiler” diyor, memlekette yabancı nüfuzunun tesiri kalkınca döneceğini yazıyordu. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş A. Ş., İstanbul, 1998, s. 128 ve Okyar, s. 254) Enver Paşa da Sadrazam’a mektubunda, “şu sırada vatana nafi (faydalı) bir iş burada görülmek imkanı olmadığından Azerbaycan İslam Hükümeti için çalışmak üzere Kafkasya’ya gidiyorum” yer alıyordu. Sadrazam buna çok kızmış, “Enver’in Kafkasya’ya gitmesi doğu vilayetlerimizin bizden gitmesine sebep olacaktır” demişti.” (Orbay , C. I, s. 163)
Enver Paşa’nın, kaçarken daha başka şeyler söylediğinden de bahsedilir. “Davamızı zaferle sona erdirmek için önümüzde hiçbir engel yoktu. Kazanacağımıza az bir zaman kalmıştı. Eğer I. Cihan Harbi’nde muvaffak olsaydık, büyük Turan İmparatorluğu kurulmuş, Rus Çarlığı çökmüş olacaktı. Ne çare ki, talih yüzümüze gülmedi; viran olduk” demişti. ( Albay Hüsamettin Ertürk , İki Devrin Perde Arkası, Pınar Yayınları, İstanbul, 1964, s. 73)
Enver Paşa, eğer istenilen ölçüde bir zafer kazansa idi neler olacaktı? “Turan İmparatorluğu”nun imparatoru olacaktı. Mütareke Dönemi İtilafçı Şeyhülislâm ve sadrazam vekillerinden (Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın vekili) Mustafa Sabri Efendi’nin yazdıklarına göre, Mustafa Kemal Paşa’nın yapacaklarını Enver Paşa yapacaktı. Saltanatı, hilafeti kaldıracak, laiklik getirecekti vs. (Mustafa Sabri Efendi, Hilafeti İlganın Arka Planı, Haz. O. Yılmaz, İnsan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 100) Ülkeye Mustafa Kemal Paşa’nın heykelleri yerine Enver Paşa’nın heykelleri dikilecek, “Enver Atatürk” olacaktı. Talihin ve tarihin, bazı büyük ülkü sahipleri ve kahramanlara her zaman gülmediği bilinmeli ve unutulmamalıdır…
Mustafa Kemal Paşa da zaten, Enver Paşa’nın bıraktığı “enkaz” üzerinden karizma kazanıp yükselerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuracaktı ki, Enver Paşa’ya “Mustafa Kemal’in velinimeti oldu” gözüyle de bakılabilir kanaatini taşıyoruz.
İttihatçılar, bir nevi “kendi kendilerini de tasfiye” edince Sultan Vahdettin, ülkenin geleceği ile ilgili olarak bütün yükün kendi üzerine yüklendiğini söylüyor, hatıralarını anlattığı Şerif Paşa’ya bu cümleden olarak şunlardan bahsediyordu: “ Tahta çıkışımdan kısa bir müddet sonraydı… Mağlubiyet geldi… Halbuki bütün mesuliyeti sırtlamak zorundaydım. İttihat ve Terakki Komitesinin liderleri ve hakiki sorumluları kaçtıkları için çelimsiz omuzlarımda çok ağır felaketlerin yüküyle tek başıma kalmıştım… İstanbul’u elde tutmak için olağanüstü çaba gerekiyordu… Savaş çok çetindi. Acılar içinde İstanbul’un göbeğinde süngüleri çatmış ordulara ve zaferin şımarttığı galiplere direnmek gerekiyordu…” ( Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul, 1998 s. 433)
İttihatçı liderler kaçınca, yurt içindeki taraftarları daha da büyük moral bozukluğuna uğramışlar, çil yavrusu gibi vatanın şurasına burası dağılmışlar, evlerinden çıkamaz olmuşlar, kaçabilenlerden bir kısmı daha yurt dışına kaçmaya devam etmişlerdi. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa istifa ettikten sonra yerine gelen Sadrazam Tevfik Paşa’nın ilk icraatı, Alman hükümetine müracaatla kaçakları istemesi oldu. Almanya bunları iade etmedi. Gıyaplarında yargılanmak için İstanbul’da Divan-ı Harp kuruldu. 13 Temmuz 1919’da haklarında idam kararları çıktı. (Osman Özsoy, Saltanat’ tan Cumhuriyet’e Giden Yolda Kurtuluş Savaşı’nın Perde Arkası, Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 77)
Anadolu’nun Erkeksiz Bırakılması ve Sultan II. Abdülhamit’e Duyulan Özlem
Halkımız arasında biz söz vardır: “Gelen gidine aratır”. Tarihimizde bu tamı tamına Sultan Iı. Abdülhamid – Enver Paşa arasında yaşanan olaylarda kendisini apaçık göstermektedir. Hatırlanacağı üzere, Enver Paşa ve avanesi İttihatçılar, “Sultan II. Abdülhamit’ten kurtulmadıkça ülke ve devlet kurtulmaz” emeliyle onu devirmek için sırasıyla 24 Temmuz 1908 ve 31 Mart 1909 darbelerini yapmışlar, bütün bunlarla, yaptıklarıyla kendisinden “Taçsız Sultan” olarak bahsedilen Enver Paşa’ya ülkenin mutlak yönetiminin yolunu açmışlardı.
Ama gelin görün ki, Enver Bey’in bu sıfatıyla, birinci olarak “kurtuluş” için Sultan II. Abdülhamid’i devirmesi bir işe yaramadığı gibi, “Taçsız Sultan” olarak Enver Paşa sıfatıyla, yine “kurtuluş” için denilerek Osmanlı’yı AImanya safında harbe sürüklemesinin getirdiği ikinci yıkımlarından olarak da İmparatorluğun onun elinde tasfiyesi her iki kurtuluş ideali ve emelinin boş olduğunu gösterdi.
Osmanlı Devleti, I. Dünya Harbine sokulduğunda, 1699’dan beri toprakları küçüle küçüle Anadolu ve Arabistan topraklarından ibaret kalmıştı. İşte, adı geçen harpte açılan 9 cephe için Osmanlı Ordusuna asker kaynağı, bu yarımadalar halkı olacaktı. İttihatçı hükümetlerin çıkardıkları yeni kanunlar gereği, orduya İmparatorluğun Müslüman olsun, gayri Müslüm olsun her ırkından ve din mensubundan asker alınacaktı. Harp ortamında, Ruslar Ermeni vatandaşlarımıza kendilerine yardım karşılığı ve İngilizler ise Arap vatandaşlarımıza kendilerine yardım etmeleri halinde bağımsızlık vaat ettikleri için bunlar Osmanlı Devleti’ne isyan ettiklerinden, bunlardan genelde asker almak mümkün değildi. Görülüyor ki, bu durumda ordumuzun bütün asker yükünü “ülke ve devletin asli unsuru” denilen Müslüman Türkler çekeceklerdi. Nitekim de öyle oldu. Aynı anda 9 cephede savaşmak ne demekti? Asker demekti ve bunu karşılamak için kanuni hükümlülüklerini yerine getirmek için daha 18 yaşına gelmemiş gençler bile daha “çocuk” denecek yaşlarında askere alınmaya başlanmışlardı. 9 cephenin birçoğunda mağlubiyetten mağlubiyete sürüklendiğimiz için asker kayıplarımız çok olmuş, çok sayıda verdiğimiz şehit, esir, kayıp ve yaralı sebebiyle cephelere giden erkeklerimiz yuvalarına tekrar dönemedikleri için Anadolu’da Türk aileler eli iş tutan erkeklerden mahrum kalmışlar, şehirlerde ve köylerde kadın, kız, çocuk ve ihtiyarlardan başka nüfus unsurları kalmamıştı. Yani anlayacağınız Anadolu’muz tam anlamıyla erkeksiz kalmış, hiçbir hane gösterilmez ki, her aileden bir dizine şehitler, esirler ve kayıplar verilmiştir.
İşte Enver Paşa’nın yanlış politikalarıyla İmparatorluk tasfiye edilirken, Paşa’nın “hediye” ettiği en büyük yıkım ve tasfiyelerden birisi de işte bu ana –babaların çok zor şarklarda yetiştirdiği ana kuzularının cephelerde kırılması sonucu Anadolu’nun erkeksiz bırakılması oldu. Bunu yaşanan örnekleriyle bütün tafsilatıyla anlatanlardan birisi de İttihatçılardan Ahmet Ağaoğlu olmuş, hatıra kitabında İstanbul’dan Ankara’ya Milli Mücadeleye katılmak için gelirken ve buraya geldikten sonra “Heyet-i Nasiha” da görevlendirilmesi sonucu Anadolu köylerini gezmeye başlayınca, buralarda harbin getirdiği feryat ve figanların nasıl büyük boyutlarda olduğu, erkeksiz kalındığı için bütün işleri kadınlar ve kızların yaptıklarını, üstelim de erkeksizlik sebebiyle İstiklal Harbimizin de “alt yapısını” nı bunların oluşturduğu üzerinde yaşanan örnekleriyle durur. (Ahmet Ağaoğlu, Mütareke ve Sürgün Hatıraları, Haz. E. Egribel – U. Özcan, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2012, s. 150 – 151, 160 – 162) )
Osmanlı İmparatorluğunda, Anadolu Müslüman Türkü, I. Dünya Harbi yenilgisi ile gelen büyük felaketleri, yoksulluğu, feryat ve figanları hiçbir zaman yaşamamıştı. Bunlardan kurtulmak için herkes tutunacak bir dal aramaya başlamış, geleceğe yönelik projeksiyon planları yapılırken, geçmiş veya mazi de hatırlanarak, “kendisi kurtuluş için devrildi” denilen Sultan II. Abdülhamid’in tasfiyesiyle bunun gelmediği, felaketlerin daha da arttığı görülerek, bu sefer de iyide olsa kötü de olsa Sultan’ın hakkı verilmeye ve hatta onun saltanatı ve yönetimine özlem duyulmaya başlanmış, halk zaten bu düşüncede olduğu için, Osmanlı’nın aydın kesimi de ve özellikle de bunlardan şairlerimiz onunun hakkında, anlamı “yardım isteme, birinin yardımına sığınma” anlamında “İstimdat” Arapça kelimesinden gelen “İstimdatnameler” yazmışlardır. Bunları, I. Abdülhamid’in muhalifleri hem İttihatçı ve hem de İtilafçı şairler yazdılar. Bunlardan bir demek şöyledir:
Rıza Tevfik’in (Bölükbaşı) “Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” şiirinden:
Nerdesin, şevketli Sultan Hamid Han
Feryadım varır mı barigahına
Ölüm uykusundan bir lahza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına!
Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Arzın en siyasi Padişahına! ( Prof. Dr. Osmanlı Turan, Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1969, s. 54)
Süleyman Nazif’in “Sultan Hamid’e Şarkı” istimdatnamesinden:
Padişahım gelmişken yâda biz
İşte geldik senden istimdada biz
Öldürürler basarsak feryada biz
Hasret olduk eski İstibdada biz.
Dembedem coşmakta fakr – u ihtiyaç
Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç
Memleket matemde öksüz taht –u taç
Hasret olduk devri İstibdada biz.” (Hilmi Yücebaş, Süleyman Nazif’ten Hatıralar, Dizerkonca Matbaası, İstanbul, 1957, s. 125)
Mehmet Akif Ersoy’dan:
“Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik tuhaf iş:
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş
……………………………………………………….
‘Devr-i Sabık’ mı (İstibdat Devri) dedin şimdi? Elindeyse çevir,
Ensesinden tutup eyyamı da (günleri de) gelsin o devir.” (Mehmet Akif Ersoy, Safahat, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1973, s. 389)
Balkan Harbinde taburu ile birlikte Yunanlılara esir düşen Sadık Bey’in istimdatnamesinden :
“Ahd-i ahkâmın saadet devri imiş bilinmedi,
Şimdi bildi kıymetin millet senin Sultan Hamid;
Ne yapıp yaptın çevirdin âsiyâb-ı devleti.
Gel bugün gör inkılâbın dehşetin Sultan Hamid.” (Sadık Bey, Dönmelerin Hakikati, Karabet Matbaası, İstanbul, 1335, s. 4)
Abdülhak Hamit’in (Tarhan) istimdatnamesi:
“Ya Rabb-i zü’l-celâ-ü eyâ Hâlike’i beşer
Senden gelür bu âleme mâdâm hay ü beşer
Sultan Hamid-i âdile takdir-i hayr kıl
Sultan Hamid’e mâlik ü memlûk olan bu halk
Hiçbir zaman behyemez reh-ber-i diğer.” ( Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, C. II, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum, 1980, s. 158)
Tabii ki Sultan II. Abdülhamid devrini geriye getirmek mümkün değildi. Burada asıl olan, yaşayan Enver Paşa’ya, merhum Sultan II. Abdülhamid’in ruhunun üstün gelmesidir.
Sultan II. Abdülhamid 8 Şubat 1917’de ölene kadar işbaşında kalsa idi durum ne olacaktı? Hiç şüphesiz Enver Paşa – İttihatçılar döneminde (1908 – 1918) daha iyi olacaktı. Zaten 33 yıllık saltanatı boyunca harbe her zaman karşı olmuş Sultan, devleti I. Dünya Harbi’ne sokmayacağından büyük felaketler ve yıkımlar yaşanmayacaktı. Harp sonunda İmparatorluğun yıkım süreci devam etse bile, hem insan hem de toprak kayıpları daha büyük boyutlarda olmayacaktı vb.
Enver Paşa Tarihinin Sonu
“Dünya Türklüğü” nün Batı Asya kolu “Anadolu ve Ortadoğu Türk Dünyası” nı felaketlerden felaketlere sürükleyen Enver Paşa’nın, bununla da kalmayıp, kaçışı ile birlikte bu sefer de “Dünya Türklüğü” nün “Orta Asya –Kafkasya Türk Dünyası” kolunun felaketlerine katkıda bulunacak faaliyetlerin içinde ömrünü tamamlayacağı görülecektir.
Yurt dışına kaçışlarının ilk günlerinde daha Almanların işgalinde olan Kırım’da bulunan İttihatçılar, Türkiye ve diğer İslam ülkelerini tehlikelerden kurtarmak için ne gibi tedbirler alacaklarını müzakereye başlamışlardı. Enver Paşa, Rusya’ya geçip Ruslarla anlaştıktan sonra Türkistan’ı ayaklandırmak ve Kafkaslarda kurulacak bir teşkilat vasıtasıyla düşmana karşı savaşı sürdürmek kararında olduğunu söyledi. Talat Paşa buna itiraz etti. “Ancak, bugünkü halimizle ve şu anki şartlar içinde bize düşen, her türlü tiranlıktan ve her çeşit senlik-benlikten uzakta bir köşeye çekilip sinmekten ibarettir. Gerçi biz vicdanımıza karşı mahkum değiliz; çünkü, biz milletimizi kurtarmak ve yurdumuzu yükseltmek istedik; ancak, talih bize yâr olmadı. Bu durumda, artık görevlerimizi başkalarına terk etmemiz gerekir” dedi. (Emir Şekip Arslan, s. 22) Enver Paşa’nın dışındaki bütün İttihatçılar Talat Paşa’nın bu görüşlerine katıldılar.
Almanlar, Kırım’da bir katar hazırlayarak İttihatçıları Berlin’e götürmek üzere yola çıkardılar. Arkadaşlarından gizlice ayrılan Enver Paşa, aksi istikamette doğuya doğru yol almaya başlamıştı. Amacı, Kafkasya’da bulunan Nuri Paşa’nın yanına giderek buradaki Müslüman halkı ayaklandırmaktı. Kırım limanlarından birine gelen Enver Paşa, burada âdi ve küçük bir deniz vasıtasına binip Kafkasya’ya doğru yola çıktı. Yolda dehşetli bir fırtınaya tutulunca geri dönmek zorunda kaldı. Canını zor kurtarmış, zatürüyeye yakalanmıştı. İyileşinceye kadar kimliğini açıklamaksızın Kırım’da kaldı. İyileşince Almanya’ya gitti. Berlin’de “ziraatci” kimliği ile dolaştı. Bolşevik şeflerden Radek Berlin’e gelince Enver’le Talat onunla tanıştı. Görüşmeler sonunda Bolşeviklerle işbirliği yapmayı kararlaştırdılar. Enver, yanına Dr. Bahaeddin Şâkir’i alarak özel bir uçakla Moskova’ya hareket etti. Yolunu şaşıran pilot uçağı Letonya topraklarına indirdi. Burada kendisini “Kızılay memuru” olarak tanıtan Enver göz hapsine alındı. Almanlara haber göndererek kurtarılmaları için uçak istedi. Kendilerini gözetleyen bekçiyi atlatarak uçağa binmeyi başaran Enver ve arkadaşı Berlin’e geri döndüler. Enver’in ikinci seferki uçağı da arızalanıp Berlin’e geri dönmüştü. Nihayet üçüncü uçak denemesinde Moskova’ya ulaştı. Burada kendisine Cemal Paşa da katıldığı halde Bolşeviklerle, özellikle İngilizlere karşı anlaşma yaptılar. O günlerde eşi Berlin’e gelince kendisi de tekrar buraya döndü. Burada fazla kalmadı. Yanında birkaç Bolşevik olduğu halde Estonya yolu ile Moskova’ya dönerken yolda “komünist propagandacılar” oldukları kanaati ile yakalandılar. Enver kendisini “Kızılay memuru” olarak tanıttı. İki ay hapis yattıktan sonra serbest bırakıldılar. Moskova’ya geldi. Burada az müddet kalarak tekrar Berlin’e döndü. Ardından Temmuz 1920’de 10 kişilik bir Türk grubu ile Moskova’ya geldi. Bir müddet kalıp Berlin’e geri döndü. Buraya bir daha dönmemek üzere Haziran 1921’de Moskova’da görüldü. (Emir Şekip Arslan, s. 23 – 27)
Azerbaycan’ın İngiltere tarafından işgali üzerine Bakü’de Şark Büyük Kongresi toplandı. Kongre’ye katılan Enver Paşa soğuk karşılandı. Moskova’ya geri döndü. Amcası Halil Paşa, burada büyük işler peşinde idi. Enver Paşa, Moskova’dan anarşi içinde yüzen Türkistan’a gidip buradan toplayacağı 70 bin süvari ile Anadolu’ya gelerek İstiklal Harbi’ne yardımcı olmak istiyordu. Amcası, “Türkistan anarşi içinde, oraya gitme” diye uyarınca vazgeçti. Anadolu’ya yardım için Komünistlere müracaat etti. Türklerden 30 bin asker toplaması kabul edildi. Ankara durumu haber alınca ret etti. Anadolu’nun kurtuluşu işine maceraperest insanların karıştırılmayacağı kesin bir dille kendisine bildirildi. Halil Paşa da Anadolu’ya sokulmadı. Trabzon’dan Batum’a geri gönderildi. Enver Paşa, düşman ordusunun Sakarya’ya geldiğini duyunca, tebdili kıyafet Moskova’dan Batum’a geldi. Halil Paşa’ya Anadolu’ya birlikte geçmeyi teklif etti. Halil Paşa ona: “Hayır Enver! Biz onlara diş ağrısı olmayalım” diyerek teklifi ret etti. Enver fikrinden vazgeçti. Batum’dan Türkistan’a gitti. İttihatçılar, burada büyük karışıklıklar olduğu için gitmesine razı değillerdi. Türkistan’a gelince, buradaki cehalet ve anarşiyi gözleri ile gördü. Buna rağmen yine uyanmadı. Ordu kurup, burasını kurtardıktan sonra, Kafkaslar üzerinden Anadolu üzerine yürümek için Afganistan’dan silah ve asker istedi. Etrafına toplananların çoğu “Basmacılar” denen siyasi çetelerdi. İshan Sultan da ona bol bol vaatte bulundu. O zamana kadar dost geçindiği komünist kuvvetlerden Buhara ve Hive’yi terk etmelerini istedi. Böylece komünistleri de karşısına aldı. İshan Sultan’la komünistlere karşı savaşa karar verdiler. Baskınlarla onları hırpaladılar. Ünü her tarafa yayıldı. “Ah, bir tek topumuz, birkaç yüz son sistem silahımız olsa, düşmanı paramparça edeceğiz” diyordu. Enver Paşa, 5 Ağustos 1922 günü kurban bayramı sabahı Devletment Köyü’nün misafiri idi. Komünistler, burada olduğunu öğrenince köyü bastılar. At üzerinde bir avuç gönüllü askeriyle Kızıl Ordu’ya karşı çılgınca savaştı. Vücudu delik deşik oldu. Cenazesi halkın göz yaşları arasında Çeğen Köyünün bir tepesine defnedildi. (Ziya Şakir (Soko), Yakın Tarihimizde Üç Büyük Adam: Talat, Enver ve Cemal Paşalar, Anadolu Türk Kitabevi, İstanbul, 1943, s.. 143-162) Mezarı, Turgut Özal’ın Başbakanlığı zamanında 1987’de İstanbul’a Hürriyet-i Ebediye Tepesinde yatmakta olan son Osmanlı ünlü asker ve bürokratlarının kabristanına taşındı. Bu sırada Zaman gazetesi, buraya taşınıp taşınmaması için tarihçilerin görüşlerini aldı. Ben taşınmasına karşı çıktım. Enver Paşa’nın maceralı hayatıyla nerelere kadar gittiğinin bir göstergesi olarak Çeğen köyünde kalmasını istedim.
Bütün felaketlerin sebebi Enver Paşa, Mütarekeden sonra, masaya getirilecek ağır sulh şartları karşısında Kafkasya’da direniş planlamıştı. Türk İstiklal Harbi’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Cebesoy, ona burada “Mağlubiyete doğru giderken memleketin istikbali hakkında ne düşünüyordunuz?” sorusuna şu cevabı vermişti: “Bakü’de geçici bir hükümet kurup, Anadolu üzerine yürüyerek ağır sulh şartlarını hafifletecektim.” (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Haz. O. Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul, 2000, s. 59-60)
Anadolu’da direniş ile ağır sulh şartlarını hafifletmek, hatta onları bütünüyle ortadan kaldırmak, Mustafa Kemal Paşa’ya nasip olacaktır. Onun yerinde Anadolu’da Enver Paşa olsa idi, yine akılsız ve basiretsiz tutumlarının devamı sonucu durum daha da berbat olacak, belki de Türk İstiklal Harbi kazanılamayacaktı.
İşte bir “Enver Paşa Tarihi” böylece sona ermiş, ülke ve devletin başına tecrübesizlik, ileri görüşsüzlük, akılsızlık, ehliyetsizlik ve liyakatsizlikle geçen liderlerin ve kadrolarının, birinci olarak Sultan II. Abdülhamid’i ve ardından ikinci olarak da İmparatorluğu nasıl tasfiye ettikleri, bu tasfiyelerden sonra bile Enver Paşa’nın yukarıda sıraladığımız aynı olumsuzluk halleriyle bu sefer de yurt dışı faaliyetlerinden olarak Kafkaslar ve Orta Asya Türkleri için bir kısım “olumsuzluklar unsuru” olduğunu “Yakın Tarihimizin İbret Levhalarından” olarak görmüş olduk.
Enver Paşa, sevaplarıyla ve genelde hatalarıyla 5000 yıllık tarihimizin kısa bir zaman dilimine apayrı bir özellikte hiçbir zaman unutulmayacak damgasını vurmuştur. Özellikle dürüstlüğü ve katıksız vatanseverliği sebebiyle sevenleri de çok olan Enver Paşa’ya, burada hatalarını anlatmakla ona bir kastımız yoktur. Önemli olan, buradan genç nesillerimizi ülke ve devlet yönetiminde hatalar yapmamak için, tarihimizde yaşanmış deneyimler ve tecrübeler zincirinden onlara istifadeler sunmaktır. Bu haliyle bile Enver Paşa, bize önemli dersler verdiği ve tecrübeler kazandırdığı için onu, geleneklerimizde var olan “ölülerimizi iyi yâdetmek” den olarak da, Allah taksiratlarını affetsin, ona rahmet eylesin diye de dua ediyoruz.
Son