Mustafa TEMİZER
“Almanya ikinci dünya savaşı sürecinde tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkanları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu vb. Genç bir teolog; Dietrich BONHOEFFER bu zalimliğe itiraz etti ve bu sebeple hapse atıldı. Hapisteyken bu konu üzerine uzun uzun düşündü.
Sayısız filozof, şair, fikir adamı ve bilim adamı çıkaran bu kültür nasıl olur da “organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi” haline gelmişti?
Bonhoeffer “sorunun kökeninde kötülük değil aptallık yatıyor” dedi. Hapisteyken yazdığı mektuplarda “Aptallığın yarattığı kötülüğün diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunun” farkına vardı. Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı tez, iddia ve düşüncelerle kötülükle mücadele etmeniz mümkündü. Fakat “organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı” yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar ne zorlama onlara etki etmiyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda da, önce reddediyorlar, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise gerçeği önemsizleştiriyorlardı.
Aptal insanlar hallerinden memnundur ve saldırıya da hazır haldedirler. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikeli olurlar…
“Bonhoeffer” aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı: Aptallık bir zekâ problemi değil ahlaki bir problemdi. Entellektüel birikimi olduğu halde aptal olan insanlar vardı.
İlk etapta “aptallığın” doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülür, fakat bu da yanlıştı. İnsanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlardı, daha doğrusu, başkalarının kendilerini aptallaştırmasına izin veriyorlardı.
Yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Buradan yola çıkarak “Aptallığın” psikolojik değil sosyolojik bir sorun olduğu sonucuna vardı. Güçlerin birisinde toplanması arzusu politik ve dini hareketlerde çok sık rastlanırdı. Aptallık hastalığının bulaştığı yerler böylesi gruplardı.
Ahmaklar ve diktatörler arasındaki muazzam bağıntı, ikisini de birbirine ihtiyaç duyar hale getiriyordu. İnsanların ahlaki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör gücünü arttırdıkça, aptallar o gücün büyüsüne kapılıyor ve bağımsız düşünme yetisini kaybediyordu.
Aptallar, gözlerine sokulan tüm gerçekleri inatla reddediyorlardı. Aptallarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşmaya ayarlanmış bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz.
Büyülenmiş gibiydiler… Değil kötülük yaptıklarını, ne yaptıklarını bile bilmiyorlardı. Aptalları bu sarılı uykudan çıkarmanın tek yolu “bağımsız ve özgür olmalarını” sağlamaktı. Ama 9 Nisan 1945 günü sabaha karşı Bonhoeffer’i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler….
Dolayısı ile “politik ve dini hareketlerde rastlanılan, lidere, ya da diktatöre vecd halinde tapınma aşaması ile” döngü tamamlanmıştı. “Kötülük yaptıklarının da ayırdına varamadan, liderlerinin emrinde, onların istekleri sorgusuz ve vicdan muhasebesi yapmaksızın” yerine getirilmişti.
Bu toplumsal durum diktatörlerin varoluş ortamı idi.“Bonhoeffer” toplama kampında asılmadan hemen önce gardiyana “Yaptığımız her şeyden sorumluyuz” demişti.”
Biz ahmaklaştık mı?…. Bizi kim ahmaklaştırdı? Bugün yaşanan sıkıntılardan hepimiz sorumlu değil miyiz?
“Kanuni Sultan Süleyman’ın aklına takılan ve onu yoran bir soru vardır. Çok güçlü bir duruma getirdiği Osmanlı Devleti’nin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye..
Bu sorunun cevabını almak için dönemin ünlü Türk alimi Yahya Efendi’ye Sadrazamını gönderir. Sadrazam gider, sorar ve döner.
Kanuni; “Ne dedi?” diye sorar. Sadrazam; “Neme lazım dendiği zaman!.” diye cevap verdi efendim der.“- Başka bir şey söylemedi mi?” diye sorar Kanuni.“- Hayır efendim. Bir tek bu cümleyi söyledi.” der sadrazam.
Bu cevabı uzun bir süre düşünen Kanuni, sonunda ünlü alime mektup yazar, bunun ne anlama geldiğinin açıklanmasını ister. “Çeşitli yorumlar yapıyorum, ama doğrusu nedir, onu ancak siz söylersiniz..” der.
Ve ünlü alim Yahya Efendi de bir mektup yazıp, Kanuni’ye gönderir. Mektup şöyledir; “ Bir devlette zulüm yayılırsa. Haksızlık, hukuksuzluk ve yolsuzluk sıradan bir hale gelirse. İşitenler de “neme lazım” deyip uzaklaşırsa. Sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yerse, bilenler bunu söylemeyip susarsa ve gizlerse. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkar, bunu da taşlardan başkası işitmezse. İşte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır. Halkın güven ve itimadı sarsılır. Asayişe itaat hissi kaybolur. Halkın umutları yok olur, böylece devletin yıkılması mukadder ve kaçınılmaz hale gelir..” Bu mektup, 500 sene önce yazılmış ve Topkapı Sarayı’nda halâ sergilenmektedir. Alıntı” Mustafa Demir 21.9.2022
Milletimizin ve yöneticilerimizin uyanması basiretle hareket etmesi (Yanılmadan gerçekleri görebilmesi, gelecekle ilgili sezgi, uyanıklık, anlayış, kavrayış ve vizyon sahibi olması) dilek temenni ve duasıyla…