Süleyman KOCABAŞ
İkinci Bölüm
Alexis Carrel’in Çözümlemelerinin Devamı
25 Asırlık Zaman Dilimine Damgasını Vuran Madde-Mana Tartışmaları ve Tercihleri
“Materyalistlerle (maddeciler) spiritüalistler (manacılar) arasındaki ihtilaf (fikir ayrılıkları) 25 asırdır devam etmektedir ve bugün dahi son bulmaktan çok uzaktır. Hayat kanunları, Zenon’un (Yunan dünyasının manacı filozofu) prensiplerinden mi, Epikür’ün (Yunan dünyasının maddeci filozofu) ortaya attığı prensiplerden mi, yoksa Aziz Akinaslı Thomas’ın (Ortaçağ Hıristiyanlık manacı azizi-filozofu) yahut Jeremy Bentham’ın (Modern Batı Medeniyetinin maddeci filozofu) hayat anlayışından mı çıkmalıdır?” (Alexis Carrel, İnsanlar Uyanın, Çev. L. Yazıcıoğlu, Arif Bolat Kitabevi, İstanbul, 1965, İstanbul, s. 51 -52)
“Hakikatte maddi âlem, manevi âlemden ayrı değildir. Binaenaleyh ikisini de kavramamız lazımdır.” (A.g.e, s. 40)
Günümüz Batı Medeniyeti Maneviyattan Nasıl Uzaklaştı ve Maddeci – Materyalist Anlayışın Getirdiği Örf ve Adetlere Dönüşen Buhranlar Nelerdir?
“Bugün, atalarımızın kainat olarak gördükleri küçük evden, bir daha dönmemek üzere ayrılmış bulunuyoruz. Ağaçları, otları, kardeşimiz hayvanları ve sisli sabahlarda, bazen Tanrının gönderdiği meleklerin bize refakat ettikleri güzel vadiyi terk ettik. Boşlukta binlerce noktacık arasında kaybolmuş küçücük bir toz parçası üzerinde yaşayan ve mikrop kadar küçük varlıklar olmakla iktifa (yetinmek) ediyoruz. Sevincimizin, arzularımızın ve korkularımızın hiçbir akis bırakmadıkları kainatta, hiçbir yerinde bir ruha rastlamadığımız bir esrarengiz âlemde biz, birer yabancıyız…
Bugün ruh âlemi ile maddi âlem arasında bir münasebet yoktur. Veli Akinas’lı Thomas’ın Ortaçağ insanları için giriştiği ve başarıyla neticelendirdiği teşebbüsü tekrar etmek kimsenin aklına bile gelmedi. Halbuki bizim her şeyden evvel, herkesin yer alabileceği, maddiyat ile maneviyatın ayrılmadığı ve içinde nasıl hareket edeceğimizi kestirebileceğimiz, akla uygun bir dünyaya ihtiyacımız var. Zira, artık hayat yolunda pusulasız ve kılavuzsuz yürümenin tehlikeli olduğunu anlamaya başlıyoruz…
Gariptir ki şu anda bile, tehlikenin ne kadar büyük olduğunu idrak edenlerin sayısı pek azdır… Modern çoğunluk keyfine göre yaşamak ister. Teknolojinin, büyük ilerlemesi neticesi, insanlara temin ettiği maddi kolaylık, onları sarhoş etmiştir… Böylece bugün hayatımız. kendiliğinden menfaate, iştahların tatminine ve eğlenceye doğru yöneliyor…
Bütün hareketlerimizin gayesi şahsi menfaat, bilhassa ve her şeyden önce maddi menfaat teminidir… Bu menfaat temin etme yarışı son derece büyük bir kurnazlık ve iki yüzlülükle, diğerkâmlık (birbirinden çok farklı istekler) perdesi altında, akla hayale gelmeyecek çeşit çeşit kombinezonlar altında gizlenmektedir. Askeri mahfillerde, üniversitelerde, idari makamlarda, tehlikeli rakipler aleyhinde sabırla hazırlanan suikastlar, failini belli etmeyecek şekilde kurnazca yapılan ihanetler, karanlıkta arkadan hançerlemeler olağan şeylerdir.
Şeref duygusu artık tarihe malolmuştur. Kendilerini bir ideale bağlayanlara ve hasbi (Allah rızası için) bir şekilde çalışanlara ya iki yüzlü yahut budala gözü ile bakılır. Kazanç hırsı her yere sinmiştir… Velhasıl çok defa feragat, ilim, merhamet ve saffet perdesi kaldırılınca karşımıza menfaatin kaba ve haşin çehresi çıkıyor. İçimizde bir kazanç hırsı var. Çünkü para her şeyi temin etmektedir. Her şeyden önce insana bir kudret vermektedir. Hemen her insan parayla satın alınabilir, parayla olmasa bile, paraya sahip olanların ellerindeki şeylerle her insanı kandırmak mümkündür. Sonra, para bize bütün arzularımızı tatmin etme imkanını verir. Zira bu arzular bayağı şeylerdir.
Bugün yaşamak, her türlü iştahlarını körü körüne tatmin etmekten ibarettir… Medeni insanlar her gün, fazla miktarda kahve, çay, alkol, şarap, elma şarabı ve tütün içerek kendilerini zehirlemeye alışmışlardır… Aşırı alkol tüketmek ters cinsel zevkler kadar tehlikeli, mesela fesatlıktan, yalandan hoşlanma, başkalarını aldatma arzusu, gevezelikten, fazla söz söyleyerek başkalarını kandırmaktan, başkalarını manen iğnelemekten zevk almak gibi…
Hayatın disiplinsiz ve gayesiz olduğu zaman, tabiatıyla eğlence denilen bataklığa dökülür. İştahlarını şiddetli bir şekilde tatmin etmekte belki kendine göre bir azamet (büyüklük inancı) vardır. Fakat eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar manasız bir şey yoktur. Hayat, dans etmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten, yahut radyo dinlemekten (o zamanlar televizyon ve internet yoktu ve birçok dalına din gibi tapılan spor da fazla aktüel ve yaygın değildi) ibaretse, yaşamak neye yarar?… Radyo, sinema, varyete (şarkı, dans, hokkabazlık gösterileri), eğlence insanı tamamen pasif kalmaya zorlar. Bu bakımdan eğlence hayatla tezat halindedir; zira hayat harekettir. Buna rağmen okullarda, mağazalarda, yazıhanelerde ve fabrikalarda bunun gençler için yaşamanın yegane gayesi eğlencedir.
Velhasıl, Büyük Harple (I. Dünya Savaşı) İkinci Dünya Savaşı arasındaki devrede hattı hareketi tanzim eden bütün ananevi kaideler, ebediyen terk edildi (1). Her yerde keyfin hükümranlığı başladı. Sosyal hayatımız liberalizm denen ideolojiden ilham alıyordu. Bu ideoloji ise zihniyetimizin uydurduğu bir şeydi. Hususi hayatımızda da hislerimizin, zekamızın keyfine ayak uyduruyorduk.
Halbuki tabiat kanunlarının varlığından haberdardık. İnsan hayatının da bir takım kaidelere tabi olması gerektiğini düşünmeliydik. Kainattaki nizama boyun eğmek zorunda olmadığımızı ve keyfimize göre yaşamakta serbest olduğumuzu zannettik… Yemek yemek, uyumak, cinsi arzuları tatmin etmek, bir otomobil, bir radyo sahibi olmak, sinemaya, danslı toplantılara gitmek, para kazanmak… İşte insanın hakiki gayeleri bunlar görünüyordu. Herkes sigara dumanları arasında, tembelliğin ve alkolün yarattığı gevşeklik içinde, hayattan istediği şekilde zevk alıyordu(2).” (A.g.e. s. 19 – 23)
Manevi Varlığın En Başta Gelen Unsurları Tanrı ve Dinin Hafızalardan Silinişi ve Bunlara Duyulan İhtiyaç
“Doğrusunu söylemek lazım gelirse medeniyetimizin, İsa’nın döktüğü kandan doğduğu unutuldu. Tanrı da hafızalarımızdan silindi (3).” (A.g.e, s. 71)
“Hemen iki asırdan beri, din yavaş yavaş yerini menfaat ve ilim mezhebine bıraktı (4). Din bütün halk okullarından sürüldü (5). Fakat, bu kadar gözden düşmüş olmasına rağmen din ölmekten uzaktır (6).
İnsan cisimlerin manevi özünü kavramak için ezelden beri uğraşmaktadır. İnsan bütün devirlerde hemen hemen bütün ülkelerde bir şeye tapma ihtiyacını duymuştur. Tapmak insanda hemen hemen sevmek kadar tabii bir ihtiyaçtır. Bu Tanrıyı arayış herhalde ruhumuzun yapısının bir neticesidir. İnsan, Nazaretli marangozda aradığı ulu ve kendisine yakın Tanrıyı bulmuştur…
İlim ve teknoloji üzerinde kurulmuş bir cemiyette bile, bu Tanrı ihtiyacının birçok insanlarda az çok belirli bir şekilde kaldığı kolaylıkla müşahede edilebilir. Bu ihtiyaç tatmin edilmediği zaman ekseriya, cins, ihtiyaçta olduğu gibi yanlış bir yola sapar (7). Bu ihtiyacın gayri müsait şartlar altında bile yaşamaya devam etmesi, ona ehemmiyet vermemenin tehlikeli bir şey olduğunu göstermektedir.
Tanrı ihtiyacı dua ile ifade edilir. Dua bize endişelere ve kederlere tahammül etme kudretini hiçbir mantıki sebep olmadığı zamanda ümit etmek ve felaketlerin ortasında dimdik ayakta durmak imkanını verir… Duanın neticeleri dinde olduğu kadar ilme de bağlıdır; zira dua sadece teessüri hallerimizde değil, aynı zamanda fizyolojik oluşumlara da tesir eder. Bazen birkaç dakika yahut birkaç günde organik hastalıkları iyi eder…
Aynı şekilde âlemin manevi özüne dair olan bilgi de teori ile tecrübeden yani tasavvufla (Batı’da tasavvufun adı Mistisizm’dir) ilahiyattan çıkar. Tasavvuf denilen tecrübe ile felsefi bilgi arasında, sevgi ile akıl arasında olduğu kadar fark vardır. Bundan başka, tasavvuf, daima bütün devirler için yeni kalacak, halbuki felsefi bilgi tıptı vaktiyle değişen ve daha da değişecek olan fizik teorileri gibi değişecektir…
İnsan Tanrı’ya ancak dış âlemle ilgili bütün hayalleri içinden sildikten ve zihni faaliyetlerini geçici olarak durdurduktan sonra ulaşabiliyor gibidir. Tasavvuf denilen tecrübe ilahiyatın istidlallerini (delillerini) tasdik ederek onları şumüllendiriyor, dinin ananevi umdelerine kuvvet veriyor, binaenaleyh dinin kıymetini ispat ediyor…
Tanrı tarifi icabı maddi olmayan bir varlıktır. Görülemez, işitilemez, koklanamaz, tadılamaz ve dokunulamaz (8).
Kainat akla uygun bir sistemdir, binaenaleyh bir ihtiyacın müşahedesi, dış âlemde bu ihtiyacı tatmin edecek bir vasıtanın mevcudiyetini icap ettirir. Mesela atmosferde oksijen olmasaydı, organizmanın hücreleri de hava alacak şekilde olmayacaktı…
Gariptir ki, modern insan bütün ruhi faktörleri realitenin haricinde bırakmıştır. Kendisine tamamen maddi bir muhit yaratmıştır. Bu muhit ise kendisine uygun değildir; bu âlem onu soysuzlaştırıyor. Atalarımız binlerce sene muhitlerinde manevi unsurların bulunmasını en esaslı şey telakki etmişlerdir. Köyün üstünde daima bir çan kulesi yükselirdi. Hayatın en mühim hadiselerine din başkanlık ederdi: Doğum, evlenme ve ölüm gibi. Bundan başka, her insana yaşama cesaretini veren de oydu. Öyle görülüyor ki, medeni beşeriyet de (günümüzün medeniyeti), bir daha kalkınmamak üzere tam bir anarşi ve hercümerç (karışıklıklar) içine düşmemek için fizikçilerle astronomların o harikulade güzel ve katı âleminde yeniden mabetler inşa etmek mecburiyetindedirler…
SANAT, AHLAK VE DİN, İLİM KADAR LÜZUMLU ŞEYLERDİR. MODERN DÜNYA, LİBERALİZM YAHUT MATERYALİZM NOKTAİ NAZARINDAN ELE ALININCA DERHAL BİZE DAR BİR ELBİSE GİYDİRMEK İZLENİMİ VERİR. DEMEK Kİ MANEVİ ALEME DE MADDİ ALEME OLDUĞU KADAR OBJEKTİF BİR GÖZLE BAKMAK GEREKİR.” (Carrel, İnsanlar Uyanın, s. 172 – 176)
DİP NOTLAR
1-Türkiye de 1923 – 1950 Devrimler sürecinde bu kötü Batı taklitçiliğine âlet oldu.
2-Carrel’den buraya kadar italik olarak aldıklarımız, maddi yaşayışın esas alındığı 20’inci asrın ilk yarısındaki hayat tarzı, günümüz itibariyle de kötü varlığını artarak sürdürmekte ve “Türkiye örneği” de bu hastalıklı yapıya tıpa tıp uymaktadır.
3- Bu, Batı medeniyetini taklitçilikle bizde “İslam’ın isim olarak kalması ve Kur’an’ın torba içinde duvarda asılı resim” olmasına benziyor.
4-Bunun bize yansıması, Mustafa Kemal Paşa’nın Batı taklitçiliği Devrimleri sürecinde kendi ifadeleriyle şöyle dile getirildi: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” “Türkiye’ye Cumhuriyeti şeyhler, müritler, tarikatlar diyarı olmayacaktır. En iyi tarikat medeniyet tarikatıdır.” “Ben arkamda ayet ve doğma bırakmadım.”, “Laiklik adam olmak demektir.”, “Dinde reform yapılamaz. Çünkü din ölmekte olan bir ağaca benzemektedir” vb.
5- Günümüz Batı Medeniyetinin bizzat Batılıların kendi itiraflarıyla iyice çöktüğünün dile getirildiği “iki dünya savaşı arasında” denilen 1918- 1945 zaman diliminde, bizde üstelik de “Batı medeniyeti gelmiş ve gelmiş medeniyetlerin en iyisidir” denilerek, bu medeniyete uyum sağlamaktan olarak 1923 – 1950 zaman dilimini kapsayan Atatürk – İnönü döneminin 1932 – 1947 yılları arasında bütün okullardan din dersleri kaldırılmış, Kur’an Kursları, dini yayınlar yasaklanmış, İlahiyat Fakültesi kapatılmış, Harf ve Dil Devrimlerinin yapılmasının sebepleri olarak da “Arap kültüründen kurtularak Batı medeniyetine adapte olmayı sağlamak” gösterilmiştir.
6- Bizde de yine bir Batı taklitçiliğinden ve dünyanın İngiltere’den sonra süper gücü haline gelen “ABD dayatmacılığından” olarak, Soğuk Savaş Döneminde (1947 – 1990) dinlerin “Komünizmin panzerihi” olarak görüldüğünden “dine yeniden dönüş”, 1945’de yine adı geçen dayatmacılıkla gelen “Demokrasiye geçiş” le birlikte 1947’de “Truman Doktrininin dine yönelik tatbikatı” olarak bizde de başladı. Ama, hakiki bir İslam yapılanmasına dönmekten ziyade bu, Batı’daki dinde Reform hareketleri benzeri “İslam’ın da Protestanlaştırılması” şeklinde olacaktı.
7-Dinin insan ve toplum hayatından silinmesi, bir boşluk oluşturduğu için, bu boşluğu yeni bir manevi değere inanmaktan olarak sapık ve akıl dışı yeni yeni inanç çeşitleri doldurmaya başlar. Dünyada ve bizde de bu sürecin yaşanması kendini göstermiş, bir sürü suni dinler, tarikatlar ve cemaatler doğmaya başlamıştır.
8- Müslümanların akait (doktrin) inancında, Allah’a insanda yaşandığı şekilde bir mekan ve bir zaman atfedilemez. O, her zaman ve her yerde vardır. Onun için Akait ilminde “Allah, mekanında (durulan yer) ve münezzehtedir (bir şeye muhtaç olmayan)” denilir… 16 Ekim 2024
Üçüncü Bölüm
Alexis Carrel’in Çözümlemelerinin Devamı
İlim –Teknoloji – Sanayi İnkılabıyla Gelen Buhranlar
İlim ve Teknolojinin Yetersiz Kalışı
Dizi yazımızın bu bölümünde, yine Alexis Carrel’in çözümlemelerine yer vermeye devam edeceğiz. Günümüz Batı Medeniyetinin çöküşünün diğer bir ana sebeplerinden olarak Reform ve Rönesans hareketleri soncu gelen ve ivme kazanan insanın fizyolojik yapısı yanında tabiatın, eşyanın ve kozmosun bunları yaratırken Tanrı’nın bunların var olması ve varlıklarını devam ettirebilmeleri için onlara verdiği yaşama prensipleri veya kanunlarını araştırmak demek olan “TABİAT İLİMLERİ – TEMEL İLİMLER” in (fizik. kimya, biyoloji, jeoloji ve astronomi vb.) bunları keşfi ve giderek “maddenin kanunlarından hareketle, ona hakim olmakla insanın yaşayışını kolaylaştırmak ve geliştirmek” demek olan ve tabiat ilimlerinin “alet yapmak” ı esas alan “TEKNOLOJİYE TRANSFER” ile genelde 19’ uncu asrın ilk çeyreğinde (1800 – 1825) İngiltere’de ortaya çıkan “SANAYİ İNKILABI” nın, insan ve toplumların maddi refahını artırmaya büyük katkıları olduğu halde, manevi refahını sağlayamadığı hakkında Carrel’in çözümlemeleri şöyledir:
“İlim, insana bir harikalar ülkesi keşfettirmiştir. Bu ülke tehlikelerle doludur. Biz, garip saraylarda hâlâ parça parça iyi faydalanılamayan eşya bilgisinin ortaya çıkardığı bu hayallerle aldatılmışız. Gerçekten ilim bize henüz hayatın yönetiminde etkili bir yardım getirmemiştir. İlimden ışığı soracak yerde tabiatı istifademize (faydalanmamızı) kullanmak için ilim bizi kullanmıştır. İlim, hakiki mukadderatımız hakkında bize hiçbir şey öğretmemiştir. Kılavuzluk (rehberlik) rolünde ilim sezgi ile gelenekte ve dini vahiyde kendini aşağı göstermiştir. İnsan, ilmin kudretini kullanmasını bilememiştir.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 139)
“ ‘Hayatın manası nedir? Niçin ve nereden geldik?… Ruhun ölümden sonra da yaşamaya devam ettiğine inanmak saçmalık mıdır?’ (1)
Bu insanların sorularına felsefe daima tatmin etmeyen cevaplar vermiştir. Bilhassa Hıristiyanlık beşeri ruhun isteklerine kat’i bir şekilde cevap vermiştir. (2) Din, insanların mukadderatları hakkında duydukları endişeyle tecessüslerini (araştırma) asırlarca dindirmiştir. Dinî ilham, vahiy ve iman atalarımıza emniyet ve huzur vermiştir.
Fakat zeka, insiyaka (içgüdü)) karşı giriştiği mücadeleyi şiddetlendirmiştir. Din, aydınlık devir filozoflarının ve bilhassa Voltaire ile Ansiklopedistlerin (bunlar genelde ateist kimselerdi) darbeleri altında sarsıldı. İlim, insana imanın verdiğinden başka bir çeşit bedahat (delil gerektirmeyen) getirdi ve kolayca ispat edilebilen, çoğu zaman kat’i ve zarif matematik formüllerle ifade edilen basit ve açık hakikatlerdir. Din ise, aksine, Ortaçağ ruhunu ve mefhumlarını kullanmaya devam etti. Bugün Avrupa sakinlerinin dörtte üçü kendilerine endişe veren öz varlığımız ve mukadderatımız meselesinin hallini artık Hıristiyanlıktan beklemektedirler. (3) (Carrel, İnsanlar Uyanın, 159 – 160)
İyi Bir Medeniyet Tasavvuru İçin Tek Başlarına İlim ve Din Yetersizdir. Bunun İçin İlim ve Din Birbirlerini Tamamlayanlar Olmalıdır Görüşleri
“Her geçen gün anlıyoruz ki ilim fert ve cemiyet için gerçek bir ilerleme getirmemiştir.
Şunu da biliyoruz ki, imanın en kuvvetli olduğu, yaygın olduğu devirlerde bile, insanlığı kuvvetli bir şekilde ıslah edememiştir. Ne ilim, ne de din mazide olduğu gibi birbirinden ayrı olarak ele alındıkları ve öyle tatbik edildikleri zaman gerçek bir medeniyetin kurulmasına imkan vermezler. Çünkü insan terakkisi yalnız maddi hayat şartlarına, yahut ferdin fikri veya ahlaki yüksekliğine bağlı değildir. Şu halde ilim dinden, din de ilimden fazla bir şey vermezler. İlim, hem iyiye hem fenaya hizmet eder. Bir uçak bomba da taşır. Alaska’ nın ücra bir köşesindeki çocukları kurtaracak olan seromu da. Din insana iyilik arzusu verir fakat bu iyiliği yapabilme çaresini vermez. Faziletler, yani aşk, safiyet, haysiyet, feragat bize endüstriyle karışık mekanizmasındaki sırları öğretmez. Bir anneye, çocuğunun akli muvazenesini (dengesini), sinir muvazenesini sağlayacak hayat tarzlarını ve gıda maddelerinin mahiyetini de öğretmez.
Dinin, gerçekleştirmeyi tasarladığı eseri meydana getirebilmesi için, ilimden faydalanması şarttır. Yalnız ilim ona, fertte ve toplumda Allah fikrini müşahhas hale getirme imkanını verebilir.” (4) (Carrel, Yarınlara Doğru, s. 133 – 134)
“İlim ve din arasında bir uyuşmazlık, bir tezat yoktur. Bunlar birbirlerinden tamamen ayrı sahalardır. Tek ilim bilgi ilimdir. Din âlemi ise idrak edilemez, istenen her şey oraya konulabilir. Nasıl oluyor da dindarlar birbirleriyle çatışacakları yerde bunu böyle anlamıyorlar?
Şu günlerde Loeb, Kaliforniya’daki laboratuvarında bir takım yaratıklar yaratırsa – ki bu pekala mümkündür – neyi ispat etmiş olacaktır? Ruh dünyası idrake sığmaz, apayrı bir âlemdir. Bu konuda her türlü mücadeleden vazgeçilmelidir. Allah idrake sığmaz.” (Carrel, Yarınlara Doğru, s. 5-6)
Teknoloji ve Sanayi İnkılabının Getirdiği Yıkım, İnsanların Bunun İçinde Gerilemesi ve Kayboluşu Görüşleri
“Sanayi medeniyeti gelişti. Yol kavşaklarındaki mukaddes yerlerde, kırlardaki mabetlerde ve kumlu düzlüklerde bulunan ilahi varlıklar oraları birer birer terk ettiler. Gün battıktan sonra bir kuyunun etrafında, yahut metruk (boş, kullanılmayan) bir kır evinde rastlanan ruhlar bile bir daha dönmemek üzere çekilip gittiler.
Modern insanlar, dinsiz atalarının âdetlerine döndüler. Tekrar ölülerle temasa teşebbüs ettiler. Velilerin ve meleklerin yerini bir takım müphem (şüpheli, bilinmeyen) manevi varlıklar, vücuttan mahrum ruhlar, birtakım psişik faktörler aldılar. Bunlar medyumlar ve otomatik yazı vasıtasıyla bizi öbür dünya hakkında hakikatte pek alaka verici olmayan malumat verdiler.(5)
Bugün insan, eski devirlerde olduğu gibi kendisine yardım edebilecek, onu sevebilecek ve koruyabilecek bir takım görünmez varlıklar arıyor. Fakat bu manevi varlıklara ulaşamayacağını biliyor. Ancak derin sezişli ve ilerisini görme kabiliyetine malik olan büyük insanlar onların mevcudiyetini hissedebilir ve onlarla temas edebilir…
Sanayileşme şehirleri gürültüye, harekete, telaşa boğdu. Hayat hızlandı. Ferdi ve fikri çalışmalar hakir (küçük görülen) görülür oldu. Çünkü para etmiyor ve parasız da bugünkü hayata uygun yaşanmıyor. Artık inziva (dünya ile alakası kesme) ve sükun büyük bir lükstür ve bilginler de bunu temin edemeyecek kadar fakirdirler. Laboratuvarlarından uzakta, gürültülü küçük evlerde oturuyorlar ve otomobil gürültüsünden serseme dönüyorlar… Derin düşünceye dalmak imkanından mahrum oldukları için sadece küçük biyolojik meseleleri ele alıyorlar. İlim adamları verimsiz olmakla kalmıyor, bu durumlarıyla, kendinde buluşlar yapabilecek kabiliyet gören gençleri de ürkütüyor, onların alakalarını azaltıyorlar. Bu yüzden gençler endüstri sahasına gidiyor ve umumiyetle ilim sahasına en zayıf olanlara yönelmiş oluyor. Birçok ilim adamında seviyenin düşmüş bulunmasının sebebi budur. (6) Bu şartlar, bir gün tabii ilimlerde görülen durgunluğun, terakkinin ağırlaşmış olmasının sebeplerini de teşkil eder.” (Carrel, Yarınlara Doğru, s. 56 ve 170)
İlim ve Teknoloji Üzerine Kurulan Günümüz Batı Medeniyetinin Roma Benzeri Çöküntü Getirişi ve Bundan Bile Dersler Alınmayış Görüşleri
“Dünya savaşının (I. Dünya Savaşı) insana şaşkınlık veren felaketi bize gerçeğin anlamını öğretemedi. Bir fırtına bulutu gibi, acayip bir çılgınlık aklımızı karıştırdı. Medeni insanlar hayat kanunlarının manasına isyana devam ediyor. Modern cemiyet ile hayatın makul yaşanması arasında 4. Yüzyıldaki Roma cemiyetiyle Hıristiyanlık dini arasındaki ihtilaf (ayrılıklar) aynıdır. Yemek, içmek, sporla, at koşularıyla ve gladyatörler mücadelesi çöküntü devrindeki Romalıların uğraşılarıydı. Bizim uğraşılarımız da onların tıpkısıdır. İlim ve teknoloji tarafından kurulan medeniyet, geçmişteki medeniyetlerin bozulup dağıldıkları gibi bozuluyor ve dağılıyor. Romalılarla aynı tarzda bir yenileme ve ıslahat lüzum ve zarureti duymuyoruz.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 127)
“Modern insan, tıpkı ormanda kaybolmuş bir çocuk gibi kendi yarattığı âlemde maksatsız, oradan oraya dolaşmaktadır. Keyfinin istediği istikameti takip etmektedir. Bütün tabiat kanunlarına itaat edip etmemekte serbesttir. Fakat itaatsizlik ettiği zaman, kendisi yahut ahfadı (hemcinsi) cisimler arasında cari olan esas kanunlara karşı yapılır her tecavüzün otomatik olarak harekete getirdiği aman dinlemez mekanizmalar tarafından yok edilmek tehlikesi karşısında kalır. Yürüdüğümüz yolda yasak bölgeleri gösteren işaret levhaları yoktur. Her insan farkında olmadan, hayatın öz yapısı tarafından fizyolojik ve ruhi faaliyetlerimizle, düşüncelerimiz ve hareketlerimiz için tespit edilmiş hududun dışına çıkabilir. Kendimizi bu tehlikeden korumak için gayet sert bir disipline tabi olmamız lazımdır. Hendeklerden, hareket eden kum tepeciklerinden ve uçurumlardan korunmak için başka bir çare yoktur. Bir ‘seyrüsefer nizamnamesi” ne, bir yaşam tekniğine, hayat denilen bu tehlikeli yolda bir kılavuza ihtiyacımız vardır.” (Carrel, İnsanlar Uyanın, s. 105)
DİP NOTLAR
1- Tam anlamıyla sekülarist olan ahretin inkarıyla hayatın dünya hayatından ibaret sayılması. Felsefi yapılanmayı esas alan maddeci günümüz Batı medeniyetinin kurucu beyni Masonluk ve masonlara göre, ruh diye bir şey yoktur. İnsanın bedeninden ruh değil can çıkınca insanın hayatı da ebediyen sona erer. Okuduğum masonların yazdığı bütün kitaplar ve çıkardıkları dergilerin içindekilerin yüzde ellisinde hep ruh diye bir şey bulunmadığının anlatıldığını gördüm. İnsanın manevi temellerinden birisi olan ruh kavramı yıkılırsa Masonluğun esası olan maddeci bir dünya hayatının gerçekleşmesi kolay olacağından hep onun varlığının yok edilmesine odaklanmışlardır…
2- İyi bir Hıristiyan ve Katolik olan Carrel’in böyle bir cevabı vermesi kendi açısından normaldir. Eğer bir Müslüman olsa idi aynı tabiri onun için de kullanırdı. Üstelik de din ve ahlak, Hz. Muhammed ’in gelişiyle tamamlandığı ve ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğini de vurgulandığı halde, safiyetini koruyan İslam’ın insanlığın problemlerine Hıristiyanlığın bozulmuş, asliyetini kaybetmesi sebebiyle daha iyi cevap verdiğini de dile getirerek Carrel onu örnek gösterebilecekti.
3- Biz de, İslam dünyası ve Müslümanlar olarak, günümüz Batı Medeniyetinin çöküş sebeplerini devralarak yaşadığımız buhranlar karşısında çoğu kez İslamiyet’in kurtarıcı huzuruna sığınmak istemiyor muyuz?
4- Bazı düşünürlerce de “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din sağırdır” denilmiştir.
5- Dinlerin yıkılması boşluk kabul etmez. İnanma ihtiyacı olan dinin yerini insan aklına dayalı safsatik, saçma sapan görüşlerin almaya başlaması, dünden bugüne kendisini artarak göstermeye devam etmektedir.
6-İlmi ve teknolojik gelişmeler ve rahatlığın getirdiği haz, hız, ayartılarla vb. günümüzde dünyada ve ülkemizse yüksek ve verimli düşünce hayatı da iyice zayıflamış, çoraklaşmıştır. Bu sebepten de buhranlarımızı çözmeye yönelik kananlar büyük ölçüde kapanmıştır. 14 Kasım 2024
Üçüncü Bölümün Sonu