Prof. Dr. Ata Atun
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.)
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Kurtuluş Savaşı ile başlayan Yakın Türk Tarihi, bizler için ne denli önemli ise Türkiye dışında yaşayan Türkler için de o denli önem arz ediyor zira Türk, Türk’ten başka dostu olmadığını biliyor.
Kurtuluş Savaşı süresince özellikle ABD’nin “Yunanistan’a silah verdim, sana veremem” yanıtı ile sıkıntıya giren Ankara Hükümetinin Ordusuna, 1. Dünya Savaşında Anadolu’yu işgal eden Avrupa Devletlerinden de silah tedariki yapılmayınca, gerekli silahlar, SSCB, Azerbaycan Türkleri, Buhara Cumhuriyeti, Türkistan’daki Türk toplulukları, Hindistanlı Müslümanlar ve Kıbrıslı Türklerden gelen mali yardımlarla Sovyet sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden (SSCB) alınmış.
Buhara Cumhuriyeti’nin ilk ve son cumhurbaşkanı olan Osman Kocaoğlu, Buhara Cumhuriyeti hazinesinde bulunan Yüz Milyon Altın Ruble’yi SSCB Başkanı Lenin kanalı ile Atatürk Hükümetine göndererek Ankara Hükümeti Ordusuna büyük katkı sağlamış.
Azerbaycan, 2 Ekim 1920’de 19 bin Osmanlı altını, 1 milyon Fransız frangı ve 8 parça petrol poliçesinden oluşan yardımda bulunmuş. Bu paralar tamamen Türk halkının yararı için kullanılmış. Bunlara ilaveten Komutan Kazım Karabekir Paşa’ya, Osmanlı altını yetim Türk çocuklarının eğitimleri için 500 adet yüzlük verilmiş.
Yine I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde “Kardaş Kömeği” (Kardeş Yardımı) adı altında yardımlar toplanmış. Tüm Azerbaycan halkı gönüllü olarak ve seve seve ellerinde ne varsa toplayıp Türkiye’ye göndermişler.
Bununla da bitmemiş, canlarını ortaya koymuşlar. Azerbaycan’dan gelen 3 binden fazla yiğit, Mehmetçikle yan yana, omuz omuza dayanışarak düşmana karşı savaşmışlar ve şehit düşmüşler.
Kıbrıslı Türkler de, İngiliz Sömürge Yönetimi idaresinde büyük baskılar altında yaşarlarken, 3 kişinin bir araya gelmesi bile yasaklanmışken, gizli gizli dayanışma grupları kurmuşlar, tiyatrolar ve benzeri etkinlikler düzenleyerek para toplamışlar ve elden götürüp Ankara Hükümetine vermişler.
Gelelim benim de şahit olduğum yakın tarihe; Türkiye hiçbir zaman-ada İngiliz’e kiralandığında bile- Kıbrıslı Türklerden elini çekmedi. 21 Aralık 1963 tarihinde, Kıbrıslı Türkleri adadan atmak ve yok etmek için EOKA terör örgütünün saldırıları başlayınca Türkiye, Kıbrıslı Türklerin üzerine kol kanat gerdi, soykırımdan kurtardı.
15 Temmuz 1974 tarihinde, Yunanistan’da iktidarda olan Albaylar Cuntası Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak için Kıbrıs’ta askeri darbe yapıp, Kıbrıslı Türklere saldırılar başlayınca da Türkiye hiç tereddüt etmeden Kıbrıslı Türklerin yanına koştu. Kıbrıslı Türkler ve Mehmetçik yan yana omuz omuza düşmana karşı savaşarak özgürlüklerini kazanıp, egemen devletlerini kurdular.
Aradan geçen bir asırdan sonra, bölgenin jeopolitiğine damga vuran Karabağ Savaşında ise bu sefer Türkiye can Azerbaycan’ın yanına koştu. İki kardeş devletin işbirliği ve dayanışması, zaferi ve zorla el konulan toprakların geri alınmasını sağladı.
Asrın felaketi olan depremde ise can Azerbaycan elden geleninin fazlasını yaptı. Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in eşi Mihriban Aliyeva’nın başkanlığındaki Haydar Aliyev Fonu hemen devreye girerek mucizeler yarattı. Azerbaycan’ın ünlü petrol şirketi SOCAR, tek başına deprem bölgelerinde çalışan iş makinalarının yüz milyon doları geçen yakıt gereksinimini tek bir kuruş almadan karşıladı.
Asrın felaketinde KKTC de büyük fedakarlıklarla, boyundan büyük işlere imzasını attı. KKTC ekipleri canla başla deprem bölgesinde çalışırken, sanayicileri de konteyner evler imal ederek bölgeye gönderdi. Kıbrıs Türk halkı ellerinde ne varsa, toplayıp depremzede kardeşlerimize ulaştırdı.
İşte Kardeş Kömeği, Türk Milletinin yardımlaşması ve dayanışması böyle bir şey. Hiçbir ülkede doğal felaketlerde böylesi bir dayanışma görmedim ben. ABD ve AB’de sigortan yoksa yüzüne bakacak, elini tutacak bir tek kişi bile çıkmaz, bırakın normal yaşamda, doğal felaketlerde bile.
Bizde ise Kardeş Kömeği kendiliğinden devreye girer ve tüm Türkler bir dayanışma içine girer. İşte Türk olmak böyle bir şey, gururu ise bambaşka…
***
Ortaklık mı, Mutlak Hakimiyet mi?
Batı dünyası Kıbrıs’ta, gerçekten “Barış”mı istiyor, yoksa barış, demokrasi, insan hakları ve benzeri kulağa hoş gelen sözlerin arkasına saklanıp, adanın tümünü ele geçirip Doğu Akdeniz’e hakim mi olmak istiyor?
Sorunun cevabı belli esasen…
ABD’nin, süslü püslü “Demokrasi getireceğim” sözleri ile saldırdığı Afganistan, Irak ve Suriye’de nelerin yaşandığını ve ne gibi ticari kazanımlar elde edildiğini herkes biliyor.
Örneğin Afganistan dünya üzerinde en fazla lityum madenine sahip ülke, kalitesi de diğer ülkelerdekine kıyasla çok üstün. Çağımızın olmazsa olmaz aygıtları olan mobil cihaz, dizüstü bilgisayar, tablet, telefon, istasyon kurulumu, GPS sistemleri, insansız hava aracı, hassas güdümlü silah, hipersonik silah, uydular hayalet uçak, elektrikli araba bataryası, güneş paneli, rüzgar enerjisi, bilgisayar çipi ve ev aletlerinin neredeyse tümünde kullanılan pillerin yapımı gibi alanlarda lityum kullanıldığı için, çok stratejik bir maden.
Afganistan’da 1978’den bu yana 43 yıldır tarafları değişerek süren ve yaklaşık 2 milyon kişinin ölümüne neden olan savaşın sonunda ABD 2001 yılında Afganistan’a saldırarak sözümona “Demokrasi” getirdi ve güya savaş bitti. Aradan geçen 21 yıldan sonra Taliban Kabil’i ele geçirerek Afganistan’ın yöneticisi oldu. Taliban’ın elinde Lityum madenlerini çıkarak, işleyecek ve pazarlayacak olanaklar ve teknik eleman olmadığından Afganistan’ın Lityum madenlerini ABD çıkarıyor, ham lityumu kullanılabilir hale getiriyor ve dünyaya satıyor. Aynen Suudi Arabistan’ın petrolünü çıkarıp, rafine edip dünyaya pazarlayan ARAMCO, Arap American Company gibi.
Winston Churchill’in 1936 yılında İngiliz Avam Kamarası’nda İngiltere’nin menfaatlerini müzakere ederken sarf ettiği “Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir” sözünün günümüzdeki versiyonu “Bir gram lityum, bir gram kandan daha kıymetlidir” düşüncesine uygun olarak El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere saldırısından sonra ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi bir tesadüf değil. Tabi, Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in işgalden hemen sonra Afganistan’a giderek lityum madenlerinin işletme hakkını alması da…
ABD’nin “Kimyasal Silah üretiliyor” iddiası ile işgal ettiği Irak’taki ve işgal sonrası yatay geçiş yaptığı Suriye’deki durum da pek Afganistan’daki durumdan farklı değil. Irak’ın ve Suriye’nin petrol yataklarının kontrol ve yönetimi ABD’nin eline geçiverdi “demokrasi getireceğim” vaatlerinden sonra.
Şimdi sıra Doğu Akdeniz’deki bakir petrol ve doğalgaz yataklarında. Bu denizaltı zenginliklerinin bir şekilde ABD’nin kontrolü altında girmesi gerekiyor. Kıbrıs adasının, ABD’nin uslu çocuğu -bana göre sömürgesi- olan Avrupa Birliği’nin toprağı olduğu, 1 Mayıs 2004’de Kıbrıslı Rumların sözde devleti, danışıklı bir dövüşten sonra AB’ye üye olarak kabul edilirken yayınlanan “Onuncu Protokol”de yer almakta. Yani direkt olarak AB, endirekt olarak ABD Kıbrıs adasının ve doğal olarak da etrafındaki Münhasır Ekonomik Bölge ile kıta sahanlığının kendi mülkleri olduğunu kayda geçirmişler ve ilan etmişler.
Rumların 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ın her iki tarafından aynı günde oylanan Annan Planına “Hayır – Oxi” demeleri de tesadüf değil. Rumlar aleni olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilan edildiği 16 Ağustos 1960 tarihinden beridir hep Kıbrıs adasının mutlak sahibi olmak hayali ile yaşadılar, bu yolda da Kıbrıslı Türklere silahlı saldırılar düzenlemek, katliamlar yapmak, Türklerin mallarına el koymak, yağmalamak ve yok etmeye ilaveten soykırım uygulamaktan bile çekinmediler. Akıllarındaki çözüm, adanın mutlak hakimi olmak ve Türklere sadece vatandaşlık hakları vermek, yani azınlık statüsü. Eşitlik, ortaklık, birlikte adayı yönetim gibi bir düşünceleri yok.
Şimdi de 2017’de Crans Montna’da terk ettikleri masaya Türkleri oturtmaya ve adaya mutlak hakim olacaklarını düşündükleri “Federasyon” görüşmelerini başlatmak için etrafta fır dönüyorlar, çalmadık kapı bırakmıyorlar.
Şükür ki, KKTC 5. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin boş vaatlere karnı tok. Bu yüzden de Rumlar istedikleri kadar kapı kapı gezerek, adanın hakimi olma planlarını, federasyon adı altında yutturmaya çalışsınlar, “Eşit, egemen, uluslararası tanınmış iki devletli çözüm”den başkası masaya konacak gibi durmuyor.
***
Zorla El Koymak istiyorlar
Yunanistan’ın “Türkiyesiz Akdeniz ve Adalar Denizi (Ege) Projesi’nin temel dayanağı kendilerinin kafalarına göre hazırladığı Sevilla Haritası. Hiçbir bilimsel temele ve 1958, 1960, 1982 yıllarında gerçekleştirilen Deniz Hukuku Konferansları kararlarına uymayan, tamamen yalan dolana, rüşvete, çıkarlar üstüne kurulu olarak hazırlatılan bu harita, İspanya’nın Sevilla kentindeki Sevilla Üniversitesinde görev yapan ve Denizcilik coğrafyası alanında uzman Prof. Juan Luis Suarez de Vivero ile Juan Carlos Rodríguez Mateos tarafından hazırlanmıştı.
Harita, adaların “Kıta Sahanlığı” olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Hedef de Yunanistan’ın arkasına ABD ve AB’yi alarak Türkiye’nin Adalar Denizi’ne ve Doğu Akdeniz’e çıkışına engel olmak, -Megali İdea doğrultusunda- Batı dünyasının baskısı ile haritayı Türkiye’ye zorla kabul ettirmek ve “Büyük Yunanistan Krallığını” kurma hedefi doğrultusunda kalıcı bir adım daha atmaktı.
Yunanistan böyle bir adım atar da Kıbrıslı Rumlar ve silah zoru ile gasp ettikleri sözde devletleri de atmaz mı? Onlar da adaların ana karanın doğal bir uzantısı olduğu ve haliyle kıta sahanlığına sahip olduğu iddiası ile Sevilla Haritası ile bütünleşen bir Münhasır Ekonomik Bölge haritası yayınladılar. Bu iddiaya dayandırılarak çizilen haritaya göre, Doğu Akdeniz’de Yunan kıta sahanlığı, Meis Adası’ndan Mısır’a doğru Doğu Akdeniz’in ortasına kadar inmekte ve “Kıbrıs Adası’nın bütününün” deniz alanları ile birleşerek Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yetki alanı tamamen gasp edilmekte, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi ile olan bağı koparılmakta.
Adalar Denizinde ve Doğu Akdeniz’de en uzun kıta sahiline sahip olan Türkiye’nin uluslararası kuruluşlardaki haklı itirazları ve ordusunu oluşturan Deniz, Hava ve Kara kuvvetlerinin çok güçlü olması nedeni ile bölgede sıcak bir çatışma istemeyen ABD ve AB en sonunda bu haritanın “Yok” hükmünde olduğunu açıkladı ve Yunanistan’ın Adalar Denizini ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile birlikte, müştereken Doğu Akdeniz’i gasp etme girişimi son buldu.
Son bulmasına son buldu ama Güney Kıbrıs Rum Yönetimi hala daha, herhangi bir sıcak çatışmada arkasında ABD’nin ve AB’nin duracağını varsayarak horozlanmaktan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Deniz Yetki Alanlarını yok saymaktan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarını fütursuzca çiğnemeye devam etmekten çekinmemekte. Ki geçen Pazartesi Kuzey Yarısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve KKTC’nin Deniz Yetki Alanı içine giren 12. Parselde, Güney Kıbrıs Rum Yönetimin yetkilendirdiği Shell ve NewMed Energy Konsorsiyumu adına faaliyet yürüten Chevron şirketi sondaj faaliyeti başlattı. Chevron şirketine ait “Stena Forth” isimli sondaj gemisi 12. parselde doğal gaz miktarının ve kalitesinin teyidi için başlattığı sabitleme çalışmalarını tamamlayarak sondaj çalışmalarına geçecek. Sondaj gemisinin pozisyonu şimdilik 12. parselin güney yarısında, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin ve KKTC’nin Deniz Yetki Alanları içinde değil.
Rumların bu cesareti göstermesinin birkaç nedeni var.
14 Mayıs tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri sonucunun belirsiz olması ve bunun fırsat olarak görülmesi.
Geçmişteki sondaj faaliyetleri Türk Donanması tarafından engellenirken, son birkaç gemiye herhangi bir engelleme yapılmaması.
- parselin güney bitişiğinde İsrail’in doğal gaz çıkardığı zengin Leviathan yatağı nedeni ile Rum yönetiminin İsrail ile yaşadığı sorunları, İsrail’e kardan pay vermek taahhüdünde bulunarak çözmüş olması.
Bundan sonrası da Rumların arkalarında ABD, AB ve İsrail’in olduğuna inanarak, eskiden yapmaya çalıştıkları gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin ve KKTC’nin Deniz Yetki Alanlarını gasp etmek olacak…
Tabi bekledikleri tepkiyi görmezlerse…