ENVER PAŞA’NIN İKİNCİ BÜYÜK YIKIMI İMPARATORLUĞUN TASFİYESİ (KÖŞE YAZISI)

Süleyman KOCABAŞ

[email protected]

                                                                Beşinci Bölüm

               Dizi yazı halinde yazdığımız Enver Paşa Belgeselinin  beşinci bölümünün yazılmasına  gelmiş bulunuyoruz.

      Enver Paşa’nın tarihini yazarken bunu üç ana başlık altında anlatmak gerekir. Bunlar şunlardır:

        1-1908 – 1914 zaman dilimi: Bu zaman dilimine, Enver Bey sıfatıyla   genelde Alman emellerine hizmet edecek şekilde nasıl yetiştiği, yetiştirildiği yanında, yine aynı emellere hizmet etmek için Sultan II. Abdülhamid’in 24 Temmuz  1908 Rejim Darbesi ve 31 Mart 1909 Tahttan İndirilme Darbesinde  baş rollerde oynaması damgasını vurmuş, Sultan’a yönelik “birinci tasfiyesi” kendisini böyle göstermişti.

        2-1914 – 1918 zaman dilimi: Bu zaman dilimine ise, hem kendisi, hem İttihatçı militan gençlik yanında, Alman İmparatoru II.Wilhelm’in isteğiyle de cebren ve hileyle 14  Ocak 1914’de 33 yaşında  yarbaylıktan generalliğe terfi ettirilip “Enver Paşa” yapılması  ve ardından hemen Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olması  sıfatlarıyla, yine genelde Almanya emellerine hizmet  etmek uğrunda Osmanlı İmparatorluğunu neredeyse hiç kimseden habersiz Almanya safında I. Dünya Harbine sokup, Almanların yenilmesi sonucu “ikinci tasfiye” den  olarak İmparatorluğunun  tasfiyesi damgasını vurmuştur.

        3-1918 – 1922 zaman dilimi: Bu zaman dilimine de, yine paşa sıfatıyla, 30 Ekim 1918 Montros Mütarekesinin imzalanmasının  ardından 2 Kasım 1918’de  “suç ortakları” denilen İttihatçı avanesiyle Almanya’ya kaçması ve ardından da Orta  Asya’ya giderek Sovyet Rusya’nın esiri Türkistan hanlıklarını kurtarma yanında “Mütareke Dönemi” nde (1918 – 1922)  Anadolu’ya geçerek “Türk İstiklal Harbi” ni kendisi başlatmak veya başlayan bu harbe kendisi de katılmak olmuştur.

       Enver Paşa’nın  tarihine, yurt dışı faaliyetleri de dikkate alınırsa,  “birinci yurt içi faaliyetleri” nden sonra “ikinci yurt dışı faaliyetleri” gözüyle bakmak mümkündür. Birinci dönem faaliyetleri nasıl ki, tecrübesizlik, akılsızlık ve donkişotluk politikalarıyla geçmiş ise, ikinci dönem faaliyetlerine  de bu politikaları  damgasını vurmuştur.  Özellikle, en sonunda Sovyet Rusya’ya karşı giriştiği mücadele, farenin aslana açtığı mücadele gibi olmuş, bu uğurda hayatını, Tacikistan’da verdiği mücadele sonucu Sovyet Rusya Kızıl Ordusu  tarafından 9 Ağustos 1922 tarihinde öldürülmesi sonucu feda etmiş,  buraya defnedilmiş, Başbakan Turgut Özal Döneminde 1987’de mezarı buradan İstanbul’ da   “Hürriyet – i  Ebediye Tepesi” nde    son Osmanlı asker ve bürokrat  ünlülerinin yattığı  buradaki kabristana  nakledilmiştir.

Son Sultan II. Abdülhamid’in Endişelerini Dile Getirmesi

       Sultan II. Abdülhamid, dört bir tarafından çatırdayarak yıkılmakta olan İmparatorluğun tarihinin en buhranlı zamanında (30 Ağustos 1876) Osmanlı tahtına geçmiş, bütün iç ve dış politikasını, kendisine özgü bir yönetim biçimi kurarak (muhalifleri  buna “İstibdat Rejimi” adını vermişlerdi) onun yaşatılmasına hasretmişti.  Ne var ki, Sultan’ın politikası ve rejimini, kendi emellerine aykırı bulan  dışta sömürgeci ve yayılmacı emperyalist büyük devletler, içte vatan bölücü ayrılıkçı unsurlar yanında, “kurtuluş için Meşrutiyet’in ilanı davasını güden” denilen  Jön Türklerle arasında  “Üçlü Muhalifler Koalisyonu” kurulunca Sultan’ın tasfiyesine yol görürmüş, bunun ilk merhalesi 24 Temmuz 1908 Meşrutiyet Darbesi olmuş, adı geçen tarihte, “Benden bu kadar, artık suyun akıntısına gideceğim” diyerek, “yelkenlerini indirmek” suretiyle Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalan Sulan II. Abdülhamit,  ülke ve devletin geleceğinden çok endişeli idi.  Bu endişesi iki sebepten kaynaklanıyordu:

        1-Osmanlı tahtının varisi iki kardeşi şehzadeler Reşat Efendi ve  Vahdettin Efendi, ülke ve devlet yönetecek ehliyet ve liyakatte padişahlar olamayacaklardı. II. Abdülhamid’in, “Herhalde ben son padişah olacağım” demesi bundandı ve doğru idi. Sultan II. Abdülhamid, kendisinden sonra gelecek Sultan Mehmet Reşat için Başmabeyni Ali Cevat’a: “Bu adamlar (Jön Türkler) beni istemezler. Biraderi isterler. Çünkü, bizim birader  zimam –ı idaresini  (idaresinin ipini)  başkalarına  maalmemnuniyet (isteyerek, memnuniyetle)  teslim eder.  Fıtraten (yaratılıştan)  halim (yumuşak)  ve selim (dürüst) bira adamdır“ (Ali Cevat, Meşrutiyetin İlan ve  31 Mart Hadisesi, Sad.  F. R. Unat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1960, s. 12) sözlerini sarfı onun ehliyetsiz ve liyakatsizliğini ortaya koymak içindi. Nitekim de Sultan Reşat, İttihatçıların ve özellikle de onların başlarından Enver Paşa’nın “oyuncağı” olmuş, bu sebepten onun için “Taçsız Sultan” denilmiş, bu cümleden olarak   “Enver Paşa” kitabının yazarı  Şevket Süreyya Aydemir’in değerlendirmesi de şöyle olmuştu:   “Sultan Reşat Padişahlığında, hayatının sonuna kadar bir gölge hükümdar olarak kaldı… Taçsız hükümdarlar türedi” (Şevket Süreyya Aydemir,  Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, C. 2, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1971, s. 185)

       Sonra, Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin,  zamanımızda karşılıkları “emekliye ayrılmak” olan “tekaüt  olacak” ve “tekaütlü” ” denilen yaşlarında  Osmanlı tahtına çıkmışlardı. “Tekaüt” genelde, devlet memurları için kullanılan Arapça bir kelime olup anlamı, “işe yaramaz”, “boşa çıkmış” demektir. Memurlar için bunun yaş sınırı 60 – 65 yaş grubuna girer ve bu yaşlarda insanlar ihtiyarlayıp verimsiz hallere düşünce onlardan istenilen verim alınamayacağı için  memurlar bu sebepten  “zorunlu “ olarak emelliye sevk edilirlerdi. Sultan Reşat 65,  Sultan Vahdettin 58 yaşında  emeklilik yaşlarına girdiklerinde Osmanlı tahtına çıkmışlardı. Bu halleriyle de ülke ve devlete layıkıyla hizmet edemezlerdi. Nitekim de bunu her iki sultan da itiraf etmiş, bu uğurda Sultan Reşat, “Ben bu mevkiye  layık değilim, ama,  Cenabı Hak kısmet eylemiş. Yaşım ilerledi.  Vatana hizmetini istediğim gibi yapamıyorum. Bundan dolayı da çok müteessirim (üzgünüm)” derken (Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım,  Cağaloğlu Yayınevi, İstanbul, 1964, s. 28) derken, Sultan Vahdettin de Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’ye  “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layıkıyla tahsil edemedim.  Sinnim (yaşım) kemale (olgunluğa) erdi, dünyadan bir emelim kalmadı.  Birader’le (Sultan Reşat) hangimizin evvel  gideceğiz (vefat edeceği) belli olmadığından  bu makama (Saltanata)  ihtizarda (beklemek) değilim. Fakat takdiri ilahi ile  teveccüh (gelme), bu ağır vazifeyi deruhte (üstüne alma) ettim. Şaşırmış bir haldeyim, bana dua edin” demişti. ( İ. Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C. V, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982, s. 2095)       Görülüyor ki, Sultan Vahdettin de kardeşi Sultan Reşat gibi “Gölge Sultan” olmaya namzet birisi idi. Nitekim de oldu. Kardeşi nasıl ki Almanların ve Enver Paşa’nın “oyuncağı” olduysa, Vahdettin de İngilizlerin ve yine Enver Paşa gibi Saray’a damat, Sadrazam  Damat Ferit Paşa’nın oyuncağı durumuna düştü. Ehliyetsizlikleri ile  Sultan Reşat –Enver Paşa ikilisinin iyice ölüm döşeğine yatırdığı İmparatorluk, en son olarak  Sultan Vahdettin – Damat Ferit Paşa ikilisinin elinde can verecektir.

       2-Yönetimi  devralmaya başlayan ve kendi aralarında   “İttihatçı” (Alman taraftarları İttihat ve Terakki Partisi yanlıları) ve  “İttihatçı”  (İngiliz taraftarı Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlıları) olarak iki gruba ayrılan Jön Türklerin, ülke ve devlet idare edecek tecrübe, ehliyet ve liyakatten yoksun olmaları.

      Sultan II. Abdülhamid’in 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti ilanı sırasında, yönetim artık el değiştireceğinden, tahta çıkacak  kardeşlerinin ehliyetsizlik ve liyakatsizlikleri yanında, Jön Türklerin de ehliyetsizlik ve liyakatsizliklerinin yetersizliği sebebiyle de gelecekten büyük endişe duymaya  başlamış ve bunu o günlerde şöyle dile getirmişti:

   Osmanlı Donanmasını ıslahla görevli İngiliz Amirale  Henry Woods’a söyledikleri:  “Hâkimiyet çocukların eline geçti, neler yapabileceklerini bekleyip görmek lazım.” (Henry F. Woods, Türkiye Anıları, Çev. F. Çoker, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1976, s. 139)

         Dahiliye Nazırlığını yapan Mehmet Memduh Paşa’ya söyledikleri: “Yapacağım bir iş kalmadı. Artık suyun akıntısına gideceğim.” (Mehmet Memduh Paşa, Kuvve – i İkbal Alâmet – i Zeval, Matbaa – i Hayriye ve Sürekası, İstanbul, 1329, s. 13)

          Hatıralarında yazdıkları:  “Bugün inkılap fikirleriyle mest (sevinçten çılgına dönmek) olan  bu adamlar, yarın tavsiye ettikleri bu yeniliklerin, felakete götüren yollar olduklarını  anlayacaklardır.”  (Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, , Hareket Yayınları, İstanbul, 1974, s. 108 – 109)

     Sultan’ın ayrıca: “Korkarım İmparatorluğum, 10 yıl içinde bu tecrübesiz gençlerin ellerinde batacaktır” dediğinden de birçok kaynakta bahsedilir.

    Sultan II. Abdülhamid, İmparatorluğu Jön Türklere  1908 Temmuzunda “Yükseliş Devri” sınırlarında teslim etmişti. Hemen her yılı savaşla geçtiği  ve  silsile halinde toprak kayıplarına sebep olduğu halde 1918’e gelindiğinde daha büyük toprak kayıpları sebebiyle  İmparatorluk  “Kuruluş Devri” sınırlarına çekilmişti.  30 Ekim 1918 Montros Mütarekesi, Osmanlı’nın tasfiyesinin başlangıcı olarak ilan edildi. 20 Ağustos 1920 Sevir Antlaşmasıyla da son tutunacağımız anavatan Anadolu toprakları yedi düvele pay edildi.  Türklere, sadece Kuzey Karadeniz’le deniz sınırı olan Orta Anadolu toprakları bırakılıyordu.

Tarihte Yaşanmış En Büyük ve Kapsamlı Emperyalist Harp I. Dünya Harbinin Sonuçları

   Bu konu başlığımız  geniş boyutlarda tartışılabilir ve anlatılabilir. Biz özetle ve ana başlıklarla maddeler halinde bir sıralama yapacağız.

        1-İtilaf Devletlerinin galip gelmesi sonucu  bunların ana emellerinden olarak dört imparatorluk tasfiye edilmiş, tarihten silinmiştir. Bunlar şunlardır:

      a-Osmanlı İmparatorluğu

      b-Çarlık Rusyası

      c-Büyük Almanya

      d-Avusturya – Macaristan İmparatorluğu.

     Osmanlı Devletinin  harpte mağlup olması sonucu, “Yükseliş Devri” 22 milyon kilometre karelik  İmparatorluktan, bunun kurucusu ve asli unsuru Müslüman Türklerin elinde, “son tutunulacak topraklar” denilen “Anavatan Anadolu” dan ibaret, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasıyla 780 bin kilometre toprak kalmış, adı geçen antlaşma zaten “Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye eden antlaşma” olarak nitelendirilmişti.

       Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna ve Kuzey Buz Denizinden, İran, Afganistan, Hindistan ve Çin sınırına kadar uzanan, “İngiliz İmparatorluğundan sonra dünyanın en büyük ikinci imparatorluğu” denilen Çarlık Rusyası  İmparatorluğunun tasfiyesi, harp ortamının doğurduğu iç buhranlardan yararlanmak yanında, Almanya’nın rakibi Çarlık Rusya’sının yıkılması için Çar’ın otoriter rejimine karşı mücadele eden Komünistlere verdiği aktif destek sonucu Ekim 1917’de yapılan “Komünist İhtilal” bu  imparatorluğun sonunu getirmiştir. Bu sonlanma kendisini, iktidara gelmeye çalışan komünistlerin, Osmanlı gibi “çok milliyetli” bir imparatorluk olan Çarlığın milliyet esasına göre parçalanması sonucu göstermiştir. Komünist iktidarları kurmak için işçiler ve köylülerin desteğini almayı yeterli görmeyen  Komünist İhtilalin lideri Lenin, bir çok milliyet unsurlarının da desteğini almak için  onlara bağımsızlık vaadinde bulunmuş, bunun olmasıyla İmparatorluk dağılmış, Romanoflar hanedanının 300 yıllık saltanatına  son verilmiş, hanedandan başta Çar II. Nikola olmak üzere 150 hanedan mensubu öldürülmüştür. Bağımsızlığını ilan eden milletlerin memleketleri daha sonra Kızıl Ordu’nun işgaline uğradılarsa da, buraların birer bağımlı devletler olarak Moskova’ya bağlanmaları sonucu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuş, bunun sonucu Çarlık İmparatorluğu isim değiştirerek, yine hakim ve asli unsuru  Slav Ruslar olduğu halde “Komünist Rusya İmparatorluğu” kurulmuştur.

    1870’de birliğini kurması ve kıtalarda kazandığı sömürgeleri ile “Büyük Almanya İmparatorluğu” unvanıyla anılan bu imparatorluk da 28 Haziran 1919 Versailles Antlaşmasıyla bütün sömürgelerinin İngiltere ve Fransa’ya pay edilmesiyle buralardan uzaklaştırılması yanında, kıta Avrupa’sında Alsas – Loren’i Fransa’ya bırakmış, Belçika ve Danimarka’dan işgal bölgelerini terk etmiş, Polonya’yı boşatmış olarak küçülmüş, imparatorluk özeliğini  kaybetmişti.

     Avusturya – Macaristan İmparatorluğunun müttefiki Almanya’ya nazaran  kayıpları daha büyük olmuştu. Adı geçen İmparatorluğun büyümesi hep, Avrupa’da Rusya’dan sonra en çok savaştığımız ikinci devlet bunun  Osmanlı Devleti ile verdiği savaşlar sonucu olmuştu. En büyük kaybı,  Macaristan’ın kendisinden ayrılması  olmuş, Çekler,  Güney Slavları, işgalindeki  Ukraya’nın bir kısmı Galiçya, Polonya’nın bir kısmını  kaybı yanında  Trigeste, Fiyome ve Tiroıler’i de İtalya’ya kaptırması yanında denizden de tecrit edildiği halde neredeyse yalnızca başkenti Viyana ve çevresi topraklarıyla küçük bir devletçiğe dönüşmüştü.

      Özellikle Almanya, savaşın mağlubu olarak kendisine zorla dikte edilerek kendisini küçülten Versailles Antlaşmasını hiçbir zaman hazmedememiş, Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte “revizyonist politika” takibine başlamasıyla sonucu   bu da I. Dünya Harbi gibi yine Almanya’dan kaynaklanan  II. Dünya Harbi’ne sebep olmuştur.

       2-Modern Batı Medeniyetinin çöküşü:  Batı’da Rönesans, Reform Hareketleri ve 1789 Fransız İhtilalinin sonuçlarından olarak yeni bir medeniyet tasavvuru için Hristiyanlık – Monarşik Krallıklar – Feodalite esaslarına  dayalı Avrupa Ortaçağ   Medeniyetine    başkaldırma şeklinde, insanının manevi varlığını terk ile  maddi varlığı üzerine kurulan Modern Batı Medeniyeti, üstelik de insanı “Ekonomik Hayvan” olarak gören ve hayatı bunu göre tanzim eden ve bu medeniyeti yargılayan Aleksis Carrrel’e göre kozmos, tabiat ve insanın mutlu olması için bunların tabii kanunlarına uymayan Materyalist Liberalizm –Kapitalizm ve onun ikiz kardeşi Materyalist Marksizm – Komünizm gibi iki zulüm ve ıstırap rejiminin varlığına yol açtığı için insan, tabiat ve kozmozu insanın kendi eliyle “katili” haline getiren 18, 19, ve 20’inci yüzyıllara hakim rejimleri olmuşlardır.

     Modern Batı Medeniyetinin çöküşü, yine Batılıların  kendilerinin itiraflarından olarak dile getirilmiş,  buna öncülük eden üç  isim, “İnsanlar Uyanın”, “Yarınlara Doğru”, “Hayat Hakkında Düşünceler” isimli kitaplarıyla Aleksis Carrel, “Batının Çöküşü” isimli iki ciltlik kitabıyla  Spengler ve “Uygarlığın Çöküşü ve Yeniden Kuruluşu” kitabının yazarı  Albert Schweıtzer olmuştur. Bunlar bu kitaplarını, I. Dünya Harbi’nin arifesi ve ertesi ve II. Dünya Harbi günlerinde yazmışlar, bunlarda ana tema olarak, yaklaşık 300 yıllık Modern Batı Medeniyeti’nin insanın manevi dünyasını inkar eden ve maddi dünyasını esas alan materyalist felsefe, entelektüellik   ve ideolojiler üzerine kurulduğunu, tamamen sübjektif olan bunların insanın mutluluğu  için yetersiz kaldıklarından bahisle, “kurtuluş” için yeni bir medeniyet tasavvurundan olarak insanın maddi ve manevi dengesinin kurulmasını esas alan yeni bir medeniyetin kurulmasını ve hele    I. ve II. Dünya Harplerinin Modern Batı Medeniyetinin Materyalist Kapitalizm Emperyalizminin İnsanın egosunun tanrılaştırıldığı 300 yıllık  bir yapılanmada “hammadde ve pazar kaynakları bulmak” için en vahşi döneminin yaşandığından  bahisle de  çöküşünün zirvesinin göstergesi oldukları üzerinde dururlar.  Daha geniş bilgi için Türkçeye de çevrilen bu kitaplar mutlaka okunmalıdır.

      3-Bir inhisarcı din ve milliyet yapılanmasından olarak, I. ve II. Dünya Harplerinin “Dünya hakimiyeti emeli” güden “Beynelmilel Yahudilik” in Filistin’de Siyonist hedefleri  gereği bağımsız bir “Yahudi Devleti” kurmak uğrunda bu harplerin çıkarılmasının sebeplerinden birisi olduğu ve kendi itiraflarıyla da  bu harplerin kendilerine hizmet ettiği ve III. Dünya Harbi’nin ise “Büyük İsrail” i kurmak için yine kendileri tarafından planlanacağı üzerinde durulmuştur.

       Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası  İmparatorluğu  Siyonizm’in  kendisine karşı oldukları için de yıkılmışlar,  Modern Batı Medeniyetinin doğurduğu Materyalist Liberalist – Kapitalist rejim yanında diğer bir çeşit rejim onun “ikiz kardeşi” denilen   Materyalist Marksist – Komünist rejimin  Ekim 1917 Devrimi ile  Rusya’ya ithali ile Çarlığın yıkılmasında Yahudi liderler öncü roller oynamışlardır. Batının emperyalist büyük devletleri  de  kendi kapitalist düzenlerini  de tehdit eden  Komünizmi,  kendileri üzerinden ziyade Rusya üzerinden denemek suretiyle  onun geçersizliğini ispatlamak  yanında, bununla Rusya’nın kolunu – kanadını da kırmak suretiyle, onun kendilerine   ekonomik ve sanayi rakibi olmaktan kurtulacakları  hesaplarıyla Rusya’ya Komünizm ihracı ile “ebedi rakipleri” olarak gördükleri Çarlıktan kurtulmak istemişlerdir. Bunun böyle olduğu 1990’lı yıllarda Rusya’dan  Komünizmi  tasfiye ederken Devlet Başkanı Mikail Gorbacov da dile getirmiş, en son dile getiren devlet başkanı da 24 Şubat 2022’de ordusuna Ukrayna’ya saldırı emri veren Vladimir Putin olmuş ve üstelik de bu tarihte yaptığı “ulusa sesleniş” konuşmasında  “Çarlık Rusyası özlemi” ni yeniden  dile getirmiştir.

         Zaten öteden beri  Ortodoks Slav Dünyasını kendisine rakip olarak gören Batı Katolik-Protestan –kapitalist  dünyası, onu etkisiz hale getirmek uğrunda  Rusya’ya “Komünizm ihracı” yaparken, Doğu’da asıl birinci rakipleri olan Müslüman Türkleri de etkisiz hale getirmek  için Osmanlı’dan günümüze Türkiye’ye Batı’nın Kapitalist kültürü ve kuruluşlarını, kendisine rakip olamayacak yapılandırmayla  ihraç ederek milletimizin de  kolunu ve kanadını kırık bırakmıştır. 6 Ağustos 2022

                                       Beşinci Bölümün Sonu

Yazar - Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlginizi Çekebilir

Kötü Komşu Ev Sahibi Yaptı

Prof. Dr. Ata Atun (İn. Müh), Doç. Dr. (UA İlş)  KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi …