KOLEKTİF BİLİNÇ DIŞI VE KİTLELER PSİKOLOJİSİ (KÖŞE YAZISI)

Hilmi ÖZDEN

Toplumlarda birey psikolojisinin kitle psikolojisinden farkı anlaşılmadan sosyal olayların yorumlarını yapmak mümkün değildir. Bireysel olarak insanların normal ve masum olmaları kitle hareketlerinin içinde aynı normal değerlerini koruyacağı anlamına gelmemektedir. Bugün Türkiye nüfusunun içine almış olduğu yabancı unsurlara karşı Türk vatandaşları çeşitli tepkiler gösterebilmektedir. Bu gösterilen tepkilerin esasında devleti yönetenler tarafından topluma dayatılan yeni yapılanmaların sonucu olduğunu çok insan görmemektedir.

Çok yakın zamanlarda Bosna’da meydana gelen olaylar yıllarca birlikte yaşamış insanların bir anda kitle psikolojisi ile birbirine düşman edildikleri görülmüştür. Sırpların ve Hırvatların, Boşnaklara yapmış olduğu zulümler hâlâ hatırlardadır. Nasıl oluyor da bireysel olarak ele alındığında bir gün önce kapı komşusuyla iyi olan bir insan bir gün sonra onunla kanlı bıçaklı olabilmektedir. Balkan ve I. Dünya Harbi sırasında Türklere uygulanan zulüm, isyan ve ihanetlerde yine kitle psikolojisi içinde insanların birey olarak iyi fakat sosyal psikoloji açısından kontrol edilemez bir imha makinesine dönüştüğü görülmüştür. Türkiye’yi yönetenlerin bu tarihi tecrübeleri ve insanlığın yaşamış olduğu sosyal psikoloji deneyimlerini unutmaması gerekmektedir.

Hiçbir Türk tarafından herhangi bir savaş nedeniyle geçici sığınmacı olarak Türkiye’ye gelen insanların bireysel anlamda masumiyetleri inkâr edilmemektedir. Fakat Türkiye’nin geleceği açısından bu insanların ileride kitle psikolojisi içinde Türklere karşı nasıl duygular besleyeceğini tahmin etmek zor değildir. İster el üstünde tutulsun ister tepki  gösterilsin bu kitleleri topyekûn hoşnut olmaları mümkün değildir. Türk toplumunun içine bu unsurları katacaklarını ve bu toplulukların Türk milletine minnet-teşekkür duygularını hissedeceğini düşünenler kuru bir hayal içindedir. Geleceğin Türkiye, Ortadoğu ve dünya gerçeğini ilmi veriler ışığında yorumlayıp hem Türk milletinin istikbal ve istiklalini hem de Türkiye’ye başlangıçta geçici sığınmacı statüsünde alınan insanların kendi ülkelerine dönerek refah ve mutluluk içinde yaşamaları için; bilim insanları ile politikacılar  gerçekçi adımlar atmalı  ve altından kalkılmayacak maceralara girişilmemelidir. Günlük gazete haberlerinde ve TV kanallarında bu konular duygusal veya tepkisel beyinlerin bakış açısından değerlendirilmektedir. Tepkisel beyin; beyin kökü, duygusal beyin; limbik sistem temellidir. Olması gereken akıl ve mantık çerçevesinde beyin kabuğu dediğimiz korteksin öncülüğünde bu üç beyin kısmının birlikte analitik ve sistematik düşünce verileri ile hareket etmesidir.

Türkiye’de ilahiyatçı-yazar bir konuk TV programında (21. Ağustos. 2021) Hz. Yusuf (AS) kıssasını sembolik dille yorumlarken birden bire 30. dk 55.sn’de Hz. Yusuf’un köle pazarında satıldıktan sonra “mülteci durumuna düşmüş bir Afgan, bir Suriyeli vs. böyle düşünebiliriz” diyebilmektedir.  Bilindiği gibi Hz. Yusuf (AS) Mısır’a kendi isteği dışında gitmiştir (kardeşleri tarafından kuyuya atılmış sonra kervancılar onu kuyudan alıp Mısırda köle olarak satmışlardır). Bir TV kanalındaki konuk Hz. Yusuf’u (AS) anlatırken Afgan ve Suriyeli örneğini bir anda verirken aklına ve sözcüklerine bir Doğu Türkistan, Kırım, Kerkük kısaca Türk gelmemektedir. Onlara “Asırlardır Türklere uygulanan zulümler onların yaşadığı göçler hiç mi aklınıza dilinize düşmemektedir” diye Türk evladı sormalıdır.

Türk Milleti bilinçaltına dayatılan, Arapların “kavmi necip” (üstün kavim) oldukları iddiasına inandırılmaya çalışılmaktadır. Afganların zulümden kaçtıkları söylenirken Çin zulmünden kaçan Uygur Türklerine sınırlar bu kadar kolay açılmadığı gibi yüzlerine kapılar kapatılmakta Çin’e iade edilmek istenmektedir. Üstüne üstlük atalarımızın kanla aldığı vatan topraklar Hıristiyan, Siyonist, Budist vd. her türlü yabancıya satılıp üstüne üstlük Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmektedir. Güzel yurdumuzu halklar açısından mozaik yapmaya çalıştıkları gibi dinler itibariyle de mozaikler ülkesi haline getirmek istemektedirler. Cumhuriyeti kuran iradenin millî, laik, demokratik devlet anlayışından intikam almaya uğraşmaktadırlar.

Bu ortamda Türk halkı çaresizlik içinde konuşmaya çalışınca da hemen ırkçılıkla itham edilmektedir. Türk milleti tarihin hiçbir döneminde ırkçı olmamıştır. Fakat Sevgililer Sevgilisi Hz. Muhammed (O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun), yakın arkadaşları ve ailesi Arap ırkçılığından bizar olmuştur. Türk milleti içindeki her şahsiyete “abartılı olmadan” saygı duyar; onun için her fert de “bir insandır” ve “insanlar bireysel olarak iyi” kabul edilir. Bundan tabii de ne olabilir. Türkler toplumsal olarak ötekileştirmezler. Türk Halkının, vatanlarını ellerinden almaya niyetlenmiş; misafirlik değil mülk sahipliğine hazırlanan insanlara verdikleri savunma refleksini ırkçılıkla suçlayanlara, tarihte Arap toplumunun kendilerinden gayri Müslüman halkları nasıl ötekileştirdiğini ve onlara mevali (Müslüman olmuş köle) dediğini hatırlatmak gerekmektedir. Üstelik kendilerinin dışında birçok toplumu da Araplaştırmışlardır. O toplumlar dillerini unutup Arapça konuşmaya başlamışlardır. Psiko-tarih açısından tüm bu gerçekler toplumsal bilinçaltında halen mevcuttur.

Yıllardır yanlış bir dış politika, Türk Milletine “ensar (hicret-göç- eden Mekkelileri kabul eden Medineliler)-muhacir (Medine’ye hicret –göç- eden Mekkeliler)” benzetmesi ile yahut Kur’an-ı Kerim’de adı geçen bir peygamber üzerinden örneklendirmeyle inandırılmaya çalışılması zihinlerdeki algı kuşatması başlığı ile değerlendirilebilir. Hâlbuki Ortadoğu’da cereyan eden ve insanların başına gelen felaketler bu coğrafyanın ilimle, teknoloji ile bağının kopmasından dolayıdır. Asırlardır teknoloji emperyalistlerin elindedir. Bu coğrafya insanını ve ülkelerini kan ve gözyaşına boğmakta biri birlerine düşman etmektedir.

Sağlıklı yorumlar yapılabilmesi için bireysel ve kitlesel psikolojinin bilimsel kaynakları değerlendirilmeye çalışılmalıdır: Gustav Jung, bizim kişisel bilinçdışında bulunan diğer yüzümüzü “gölge” olarak adlandırmaktadır. Gölge, içimizdeki, engellediğimiz her şeyi yapmak isteyen, olamadığımız her şey olan varlıktır. Bir duygunun etkisine kapıldığımızda ya da bir öfke nöbetinde “kendimde değildim” ya da “gerçekten bana ne oldu bilmiyorum” diyerek kendimizi bağışlanır göstermeye çalışırken bu yabancı kişilikle uzaklardan tanışmaktayızdır. Gerçek “bize olan” gölgemizin, ilkel, denetimsiz ve hayvansal yanımızın ortaya çıkmasıdır. Gölge aynı zamanda kendini kişileştirir de: Birisinden özellikle hoşlanmadığımızda, bu beğenmeyişin özellikle bir mantıklı nedeni yoksa aslında o kişideki bize hoş gelmeyen bir nitelikten kuşku duyulmalıdır. Gölge, kişisel bilinçdışıdır. Toplumsal standartlara ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm vahşi istekler ve duygulardır. Utanç duyduğumuz ve kendi hakkımızda bilmek istemediğimiz her şeydir (Fordham 1999: 61).

Bilinçdışının bu yönlerini açıklamada gölge sözcüğünü seçerken, Jung’un aklında yalnızca ana çizgileriyle, karanlık ve belirsiz bir şeyi önermekten daha fazlası vardır. Kendisinin belirttiği gibi, güneş olmadan gölge olamaz ve (kişisel bilinçdışı anlamında) bilincin ışığı olmadan “Gölge” söz konusu olamayacaktır. Işık ve karanlığın, güneş ve gölgenin gerekliliği şeylerin doğasında vardır. Gölge kaçınılmaz bir olgudur ve insan o olmaksızın bütünleşememektedir. Boş inançlar, gölgesi olmayan bir insanın (doğal, fiziksel gölge) şeytanın ta kendisi olduğunu ileri sürerler. Öte yandan bizler insan doğasının mayasında biraz olsun kötülük bulunması gerektiğini içgüdüsel olarak kavramışçasına, “inanılmayacak kadar iyi yürekli” olduğu görülen birisine kuşkuyla bakıyoruzdur (Fordham 1999: 62).

Psikoloji bakımından kitle tabiri büsbütün başka bir manada kullanılır. Bazı muayyen hallerde ve yalnız bu hallerde bir insanlar topluluğu, onu vücuda getiren ayrı ayrı fertlerin malik oldukları karakterlerden çok farklı yeni karakterlere sahip olur. Şuurlu şahsiyet ortadan silinir, bütün bu birleşmiş fertlerin fikirleri ve hisleri tek bir istikamete yönelir. Şüphesiz, geçici, fakat pek açık hususiyetler gösteren bir kollektif şuur teşekkül eder. Kitle bir tek varlık haline gelir ve “Kitlelerdeki zihniyetin tekleşmesi kanunu”na tabi olur (Le Bon 1976: 32). Bir psikolojik kitlenin en çok göze çarpan hususiyeti şudur: Kitleyi meydana getiren fertler kimler olursa olsun; yaşama tarzları, içgüdüleri, karakterleri yahut zekâları ister benzer ister ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kollektif ruh aşılar. Bu ruh onları, her biri tek başına, ayrı ayrı bulundukları halde duyacaklarından, düşüneceklerinden ve yapacaklarından tamamıyle başka hissettirir, düşündürür ve yaptırır. Bazı fikirler, bazı hisler ancak kitle halinde bulunan fertlerde zuhur eder veya fiil sahasına çıkar. Psikolojik kitle, bir an için birbiriyle kaynaşmış, bir birinden farklı (gayrı mütecanis) (heterojen) unsurlardan toplanma geçici bir mahlûk gibidir. Tıpkı canlı bir vücudun hücrelerinin bir araya gelerek, bu hücrelerden her birinin malik olduğu hususiyetlerden pek farklı hususiyetler kazanmış bir varlık teşkil etmeleri gibidir (Le Bon 1976: 34). Kitle davranışı konusunda Fransız sosyolog Gustave Le Bon’un çalışmaları ilk teorik çalışmalar diyebiliriz. O Fransa’da büyük çalkantıların olduğu dönemde yaşamıştır. Kitle ona göre barbar, saldırgan ve şiddete eğilimlidir. Le Bon, kitleleşme sürecini üç psikolojik mekanizma ile açıklar; anonimlik, bulaşma ve telkine yatkınlıktır. 1848 devrimiyle 1871 Paris Komününde yer alan büyük devrimci kalabalıkları araştırmış ve onlara ilişkin eserleri okumuştur. Le Bon, kalabalıkların “ilkel, bayağı ve irkiltici” davranışları karşısında dehşete düşmüştür: Kalabalık içerisinde insanların uygar/bilinçli kişilikleri yok olmakta, onun verine vahşi bir hayvansı içgüdü geçmektedir. Le Bon şuna inanıyordu: İnsan, salt organize kalabalığın bir parçası olmakla uygarlık merdiveninden birkaç basamak aşağıya iner. Yalnızken aydın bir bireydir o, ama kalabalık içersinde tam bir barbardır yani içgüdüleriyle hareket eden bir mahlûk olur. Le Bon’a göre kalabalıklar ilkel ve türdeş davranışlara yol açar, çünkü:“• Üyeler anonimleşir ve dolayısıyla eylemlerinden dolayı kendilerini kişisel olarak sorumlu hissetmezler;• Bulaşma süreciyle birlikte fikirler ve duygular hızla ve tahmin edilemez biçimde yayılır;• Ortaya atılan fikirlerle (hipnoza benzer bir süreçtir bu) bilinç dışı anti-sosyal güdüler (insan soyunun ilk başlardaki yabanıllığı) açığa vurulur. Le Bon’un görüşleri bugün de önemini korumaktadır” ( Hogg&Vaughan 2014: 428). Daha sonra bu kuram Freud üzerinde de etkili olmuştur. Freud kalabalığı, bilinç dışını serbest bırakan topluluk diye tanımlar. Ona göre iki çeşit psikoloji vardır: Grubun bireysel üyelerinin psikolojisi ve babanın, şefin ya da liderin psikolojisi. Bireysel psikoloji de etkili olan süper egonun yerini kitle psikolojisinde lider almaktadır. Lider (ilkel dönemin atası) kitlenin id’ini bilinç dışını kontrol eder İlkel dönemlerde diğer insanlar sadece liderin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Onun egosuna karşı çıkmak sadece gerekli olan şeyleri vermek dışında hiçbir şey getirmemiştir. İnsanoğlunun tarihinin en başında, lider bir “ilk baba” idi. Bugün bile bir grubun üyeleri, eşit oldukları ve liderleri tarafından sevildikleri yanılgısına ihtiyaç duyarlar. Ancak başkaları değil, liderin kendisi sevgiye ihtiyaç duymaktadır. Liderin belki de buyurucu bir doğası vardır; bu oldukça narsisliktir, kendine güvenlidir ve bağımsızdır (Freud 2014: 56). Bir diğer önemli kuramcı McDougall kalabalığı şöyle karakterize etmiştir: “Kalabalık aşırı derecede duygusaldır, dürtülerine göre hareket eder, tahripkârdır, kaypaktır, kararsızdır, eylemlerinde aşırıdır, sadece kaba/inceltilmemiş duygularını onaya serer; çok kolay etkilenir, karar verirken aceleci davranır, bir meselenin önünü ardını düşünmez, basit ve kusurlu uslamlamalar (aklileştirmeler) yapar, kolayca çekip çevrilebilir, öz-bilinçten yoksundur, öz-saygısı yoktur, sorumluluk duygusu taşımaz, kendi gücünün bilinciyle sürüklenmeye hazırdır; böylece bütün sorumsuz ve mutlak güçlerden beklediğimiz bütün tezahürleri sergileme eğilimi içindedir.” (Hogg-Vaughan 2014: 429). Hem Le Bon hem de Freud açıklanan kitle hareketlerinin bulaşma özelliğini vurgular. Le Bon’un kitle modelinde bulaşma hızlı ve beklenmedik şekilde sonuçlanır. Freud ise bulaşmayı şu şekilde açıklar; kolay saptanabilen, ama nedeni açıklanamayan bir olaydır ve hipnotik fenomenler kapsamına sokulması gerekir. Kalabalıkta her duygu, her davranış sâri (bulaşıcı), hem de ileri derecede sâridir; öyle ki, bireyin kendi kişisel çıkarını kitle çıkarına feda ettiği görülür. Bu ise, ancak kitlenin bir parçası durumunda ele geçirilebilip, onun doğasına düpedüz aykırı düşen bir yetenektir ( Freud, 1975: 16).

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gençlik senelerindeki okumalarıyla münasebet kurduğu ve kendisindeki mistik algıyı besleyen bir kaynak H. Bergson’un (1883) sezgi felsefesidir. Tanpınar’ın Bergson’dan daha ziyade “zaman” anlayışı bakımından etkilendiği bilinir. Bergson’a göre zaman, yalnız iç hayatımızın konusu değil, bütün cihanda geçen, her an tesiri görülen evrensel bir kanundur. Oluş yahut süre, bütün kâinatta mevcut ve ondan ayrılmaz bir haldedir. Hakiki zaman, kâinatı olduğu gibi aynen bırakmaz. Çünkü o eşyayı kemiren, üzerinde dişlerini bırakan bir hamledir. Tekâmül, geçmişin halde devamıdır. Dünya tekâmül ederken, bütün geçmişini hatırlıyor demektir. Bergson felsefesi psikolojiye yabancı değildir. İnsan bilincinin aşamalarına ait açıklamaları önemlidir. Fiziki gerçeklik ile sezgisel gerçekliği birleştiren Bergson “bilinç dışını” “ zaman” ve “hafıza” olarak yorumlar. Ondan etkilenen Tanpınar’da da Jung ve Freud yan yana yürür ( Şahin 2012: 442- 444).

Kolektif bilinç dışılığa bu açıdan baktığımızda kitle bilincinin tarihsel hafızaya itildiğini “yekpare zaman” algısında görebiliriz. Türk tarihinde büyük çoğunluğun da kitlelerin bilinç dışına çıkarak “tarih” evrensel bir zamana dönüşmektedir.  Balkanlarda Bulgar, Yunan, Sırp, Anadolu’da Ermeni, Ortadoğu’da Arap vb. çeteler içgüdüsel bir davranışla yıllarca beraber yaşadıkları komşularına karşı süper egolarını bilinç düzeyinden kaldırmaktadırlar. Bilinç dışına ittikleri ve tarihî hafızalarında muhafaza ettikleri Türk düşmanlığını şiddet ve nefret duyguları ile katliamlara dönüştürebilmektedirler. Kitlelerin zihni tekleşmesinin psikolojik Kanununu adeta bulaşıcı bir hastalık gibi tarihin muhtelif safhalarında görmek mümkündür.

Kaynaklar:

Fordham, F. (1999). Jung Psikolojisi, Say Yayınları, İstanbul.

Freud, S. (1975). Kitle Psikolojisi, çev: Kâmuran Şipal, Bozak Yayınları, İstanbul.

Hogg, M. A ve Vaughan, G. M. (2014). Sosyal psikoloji, Ütopya yayınları, Ankara.

Şahin, İ. (2012). Ahmet Hamdi Tanpınar &Haz ve Günah, Kapı Yayınları, İstanbul.

Yazar - Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlginizi Çekebilir

HER YÖNÜYLE HİBRİT SAVAŞ -TÜRKİYE’NİN KARŞI STRATEJİLERİ VE DİRENÇ YÖNTEMLERİ

Önder Akgün Stratejist-Araştırmacı-Yazar-Em. SAT Binbaşı Strateji Enstitüsü Danışmanı Günümüzde çok sık duyduğumuz bir kavram olan …